Kurtlar Vadisi'nin Yeni Filmi Gladio – Video

Haziran 5, 2009

kvgladiovideoplayPana Film, Kurtlar Vadisi Irak’tan sonra yeni bir filmi daha sinema izleyicisiyle buluşturuyor. Filmin çekimleri bitmek üzere…

Pana Film’den alınan haberlere göre Kurtlar Vadisi Gladio sinema çekimlerine çoktan başlandı ve çok yakın bir zamanda vizyonda olacak. Filmin içeriği Türkiye’nin yakın tarihine etki eden olaylar olacak.

Özal Suikastı, Cem Erseverin neden öldürüldüğü ile ilgili detayları verecek. Sinemada 2. filmini çekecek olan Pana Film bu filmindede büyük tepkiler uyandırmayı hedefliyor ve bu hedefinede ulaşacak gibi.

Kurtlar Vadisi Pusu dizisinin 61 bölümlerinde Polat ve adamları gladyo hakkında önemli bilgiler almıştı. İskender Büyük bile gladyo tarafından kullanıldığnı yeni öğrendi.

Peki gladyo ne demek?

Wikipedia’dan alınan bilgilere göre gladio II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa’da gelecekte olması beklenen bir Varşova Paktı işgaline cephe gerisinde bir direniş başlatmak amacıyla İtalya’da NATO tarafından gizli olarak örgütlenen Kontr-gerilla (stay-behind) operasyonunun kod adı. Gladyo, özel olarak NATO cephe gerisi direniş organizasyonun İtalyan kolunu belirtse de bazen “Gladyo operasyonu” NATO’nun bütün cephe gerisi (stay-behind) operasyonlarının gayri resmi adı olarak kullanılır ve bazen “Süper NATO” adıyla da anılır.

Gayri nizami kuvvetlere karşı koyma operasyonları cephe elkitapçığı gerilla kuvvetlerin önerilen komuta yapısı. Sözkonusu ülke Türkiyedir.

Latince’de kılıç anlamına gelen Gladio sözcüğünü isim olarak kullanan örgüt, Amerikan ve İngiliz kontrgerilla örgütlenmesi olan Stay Behind tarafından 1952 yılında kuruldu. CIA tarafından yönetilen ve finanse edilen örgüt, 1956 yılında ABD ile işbirliği içinde, casusluk ve gerilla savaşı yapmak üzere örgütlendi. Sardunya’da örgütün ilk eğitim kampı kuruldu ve Kuzey İtalya’da 139 yerde silah ve mühimmat depoları oluşturuldu. Resmi adı Müttefik Koordinasyon Komitesi idi.

[flv width=”600″ height=”480″]http://video1.yazete.com/kvgladio.flv[/flv]

1956 sonrasında ikisi kadın 622 kişi ABD ve İngiliz gizli servisleri tarafından eğitildi. 1990 yılında Gladio’yu ortaya çıkaran soruşturmalar esnasında bu 622 kişinin grup liderleri oldukları, her bir grup liderinin belli sayıda kişiyi idare ettiği, böylece toplam sayının 15.000′e yaklaştığı ortaya çıktı.

İtalya’da 1969-80 arasında 4.298 terör olayı meydana gelmiştir. Yapılan soruşturmalar sonucu, bunların önemli bir bölümünden Gladio sorumlu gösterilmiştir. Bazı eylemleri bizzat yapmakla, bazısında patlayıcı ve silah sağlamakla, bazısında da tahrik ve yönlendirme yapmakla suçlanmıştır.

Avrupa Parlamentosu bile sorunla ilgili karar tasarısında şu sözlere yer vermek durumunda kalmıştır: “Avrupa Topluluğu’na üye pek çok ülkede gizli, paralel istihbarat ve silahlı operasyon örgütlerinin 40 yıldır var olduğu Avrupa hükümetleri tarafından ortaya çıkarılmıştır. Kırk yıldır bu örgütlerin demokratik kontrolden kurtulduğu ve NATO ile işbirliği halinde ABD gizli servislerince yönetildiği anlaşılmıştır.”

Örgütün İtalya’daki adı Gladio (Kılıç) idi. Yunanistan’da B-8 ya da SheepSkin (Koyun Postu), Belçika’da SDRA-8, Hollanda’da NATO Command, Batı Almanya’da Gehlen Harekatı, Stay Behind ya da Sword, Avusturya’da Schwert, Fransa’da Rüzgar Gülü, İspanya’da Anti-Terör Kurtarma Grubu (GAL), İngiltere’de ise Secret British Network olarak bilindiği bu ülkelerin yetkililerince açıklandı.

Gladyo ile en güçlü savaşı veren ülke İtalya oldu. İtalya, dünya tarihine gladyoyu ilk çözen ve çökerten ülke olarak geçti.


Fedakarlığın Sınırını Zorluyorlar!

Haziran 1, 2009

Kütahyalı Hamdi ile Eskişehirli Mehtap Serin dünyanın dört bir yanına Türkçe öğretmek için giden öğretmenlerden sadece ikisi. Diğer öğretmenler gibi onlar da fedakârlığın zirvesini zorluyor.

Adlarını haritada bile kestiremedikleri ülkelerde, Türkiye hayranı öğrenciler yetiştiriyorlar. Onlar gibi diğer evli olan öğretmenler de kendi çocuklarına bulundukları ülkenin dilini öğretiyorlar. Laos’taki Serin çifti bunlardan sadece biri. Hamdi-Mehtap Serin’in, 3,5 yaşındaki kızları Esra, onlardan daha iyi Laoca konuşuyor.

Kütahyalı Hamdi ile Eskişehirli Mehtap Serin’in yolları Tataristan’da kesişmiş. Her ikisi de Tataristan üniversitesinde okuyan çift, mezun olduktan sonra evlenmiş. Karı-koca, 6 yıl okudukları ülkede 4 yıl da öğretmenlik yapmış. 10 yıllık Tataristan macerasının ardından Serin çiftinin yolu, geçen sene haritada Çin’in altında kalan Laos’a düşmüş. Türkiye’yi sadece Türk okullarının temsil ettiği bu uzak diyarda öğretmenlik yapmaya başlamışlar. Yabancılara Türkçe öğretmenin ‘güzel ama çok zor’ olduğunu ifade eden Mehtap öğretmen, yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Rusya çok soğuktu, 10 yılda alışabildik, kızımız da alışmıştı. Laos ise çok sıcak. Çocuğumuzun alışması çok zor oldu, aylarca yüksek ateşle dolaştı. Anaokulunda okuyan kızımız, Laocayı bizden çabuk öğrendi. Laoslu arkadaşlarıyla çok rahat anlaşıyor.”

800px-locationlaossvg

LAOS'UN DÜNYA ÜZERİNDEKİ KONUMU

Sivaslı Ali ile Çadlı Amahani Ögen ise Benin’de Türkçe öğretiyor. Çad’da tanışıp evlenen çift, 3 sene burada öğretmenlik yapmış. Geçen yıl bir Afrika ülkesi olan Benin’e geçmişler. Ali Ögen, Çad’da üç iç savaş yaşamış. Geçen yılki iç savaşta canlarını zor kurtardıklarını şöyle dile getiriyor: “Okula sığınmıştık, içeride kimse yok zannettiler, yoksa gördükleri herkese ateş ediyorlardı. Çadlılar bile ülke dışına kaçmıştı. İç savaşın bitmesine bir gün kala ülkeden Çadlı velilerin yardımıyla ayrıldık. Son gün savaş daha da şiddetlenmiş. İsyancıların esir almadığı sadece cumhurbaşkanlığı sarayı kalmış.” Benin’in batı Afrika’nın en gelişmiş ülkelerinden biri olduğunu dile getiren genç çift, Uluslararası Ufuk Türk Koleji’nde çalışıyor.

Evlendikten 4 gün sonra Malavi’ye uçmuşlar

İkisi de Sivaslı, birinin soyadı Yeşil, diğerinin Yeşilyurt. İkisi de yurtdışındaki Türk okullarında görev yapmak istiyorlar. Yolları evlilikle kesişiyor. Bahadır-Betül Yeşil, 7 aydır Malavi’de Türkçe öğretiyor. Bahadır öğretmen, Tacikistan Üniversitesi’nde okumuş. 5 yıl öğrencilik yaptığı Tacikistan’dan 2 yıl önce Malavi’ye geçmiş. Karadeniz Teknik Üniversitesi mezunu Betül Yeşilyurt ise geçen sene tam Nijerya’ya gidecekken Bahadır öğretmenle tanışmış. Evlendiklerinin 4. günü ‘çocukların eğitimi aksamasın’ diye Malavi’ye gitmişler. Bedir okullarında Malavililere Türkçe öğreten çift, halinden çok memnun.

MS hastalığına yakalanınca ülke değiştirmiş

Zeynel ve Ayten Ödemiş çifti, Makedonya’da öğretmenlik yapıyor. Giresunlu Zeynel hoca, Dağıstan’da Türkçe öğretmenliği bölümünü bitirmiş, Sibirya’da doktora yapmış. Sibirya’ya gitmeden önce Ayten öğretmenle Ordu’da tanışıp evlenmiş. 5 yıl Buryat bölgesinde çalışmışlar. Danışman öğretmenlik yapan Ayten Ödemiş, Sibirya’nın aşırı soğuğu sebebiyle MS hastalığına yakalanmış. Doktorların ‘aşırı sıcak ve soğuk ülkelere gitmeyin’ uyarısı üzerine Makedonya’ya geçmişler. 4 yıldır Yahya Kemal Koleji’nde birlikte çalışıyorlar. 2,5 yaşındaki kızları Sümeyra hem Makedonca hem de Türkçe konuşuyor.


Ramiz Ongun : Bir Türk Millet Aşığı

Haziran 1, 2009

Ramiz Ongun’u uzun uzadıya anlatmamıza gerek yok. Hayatı, nerede doğduğu ne iş yaptığı da hiç önemli değil. Sadece aşağıdaki diyoloğu okuyun yeter. Kim olduğunu çok iyi anlayacaksınız. o bir millet aşığı. Hem de karşılıksız seven aşıklardan.

Ergenekon paşaların anılarını ortaya çıkardı. MHP’li Ramiz Ongun ile Hurşit Tolon arasında ilginç diyaloglar yaşanmış.

Image

Ergenekon soruşturması beraberinde ilginç anıları gün ışığına çıkarttı. MHP’li Ramiz Ongun bir yemekte buluştuğu emekli orgeneral Hurşit Tolon’u sert sözlerle uyarmış.Zaman’dan Ömer Şahin, Başkent kulislerinde konuşulan bu haberi verdi. Buna göre Ongün, Tolon’a “Sizde vatan, millet işlerine yeni giren genç subayların heyecanını, acemiliğini gördüm. Paşa, kendinizi bu milletten alacaklı mı hissediyorsunuz? Biz memleketi karşılıksız sevdik. Türkiye, eskisinden daha iyi” diyerek tepki göstermiş.

Kutsal yolculuktan etkilenen eski Başbakanlık Müsteşarı Yaşar Yazıcıoğlu’nun verdiği yemeğe ülkücü camianın önde gelen isimlerinin yanı sıra Ergenekon kapsamında tutuklanan emekli Orgeneral Hurşit Tolon da katılmış.

Başkentteki yemeği Mesut Yılmaz döneminde Başbakanlık müsteşarlığı yapan Yaşar Yazıcıoğlu düzenledi. Oğluna ait Tike Restaurant’a ülkücü camiadan birçok isim davet edildi. Namık Kemal Zeybek, Enis Öksüz, Baki Tuğ gibi tanınmış simalar da katılımcılar arasındaydı.

Yemeğin tek asker ve sürpriz misafiri emekli Orgeneral Hurşit Tolon’du. Alkol alan tek isim de o oldu. Katılımcılardan alınan bilgilere göre, hacdan çok etkilendiğini ve bunu paylaşmak için yemek düzenlediğini söyleyen Yazıcıoğlu, misafirlerinden tek tek konuşma ricasında bulundu. Yemeğe damga vuran diyalog, Hurşit Tolon ile Ramiz Ongun arasında yaşandı.

VATAN SATILIYOR

Tolon, memleketin çok kötü yönetildiğini söyleyerek “Vatan satılıyor, ülke batıyor. Artık silkinmek, milleti uyandırmak lazım.” dedi. Paşa’nın bu konuşmasına Ongun’dan tepki geldi: “Sizde vatan, millet işlerine yeni giren genç subayların heyecanını, acemiliğini gördüm.” Bu sözlere şaşıran Tolon, “Ben 50 yıl bu ülkeye hizmet ettim.” dedi.

SAYENİZDE DOKTORA YAPAMADIM

Ongun, tekrar söz alarak şunları kaydetti: “Vatana biz de hizmet ettik. 12 Mart’ta, 12 Eylül’de kendimizi siper ettik. 2 dilim, 2 diplomam var. Sayenizde doktora yapamadım. Şu anda 480 milyon alan Bağ-Kur’luyum. Vatanıma, milletime helal hoş olsun. Siz emekli olsanız da makam aracınız, korumanız var. Hâlâ kendinizi bu milletten alacaklı mı görüyorsunuz? Paşa, şunu unutmayın. Biz bu vatanı rütbe, makam için değil, karşılıksız sevdik.”

‘DEVLETİ ORDU KURDU’ TEZİNE İTİRAZ

Ongun, Namık Kemal Zeybek ile de polemik yaşadı. Zeybek, Tolon’a hitaben, ‘Sayın Orgeneralim’ diye başladığı konuşmasında, ‘Bu devleti ordu kurdu’ tezini işledi. Ongun, bu sözlere de karşı çıktı: “Bu devleti millet kurdu.” Ongun’un sözlerine bazı isimler, “Millet dediğin bir avuç köylüydü.” diye itiraz etti. Ongun ise çarpıcı bir cevap verdi: “O bir avuç köylü dediğiniz insanlar kefen bezini, ununu askere vererek Kurtuluş Savaşı’nı yaptı.”

17 Mart 1947 tarihinde Adana’nın Kozan ilçesinin Kale köyünde doğdu. Tarım ve ticaretle uğraşan bir ailenin, yedi çocuğundan en küçüğüdür. İlk ve orta öğrenimini Adana’da tamamladıktan sonra, Bursa İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi İktisat Bölümü’nü ve Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi’ni bitirdi. Alparslan Türkeş ile 1964 yılında Adana Türk Ocağı’nda verdiği bir konferansta tanıştı. Aynı dönemde CKMP’ye girdi.

Ramiz Ongun, Türkiye’nin öğrenci eylemiyle ilk tanıştığı 1969 – 1971 yılları arasında Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı, 1974 – 1975 yıllarında MHP Gençlik Kolları Genel Başkanlığı ve MHP Genel İdare Kurulu Üyeliği,1975 – 1978 yılları arasında MHP Gençlik Teşkilatları ve Yan Kuruluşlar (Ülkü-Tek, Ülküm, Ülkü-Bir, Ülkücü-İşçiler, Ülkü-Köy Gibi) Sorumlu Genel Başkan Müşavirliği, 1978 – 1980 yılları arasında MHP Genel Merkez Eğitimciler Birimi’nin oluşturulmasından sorumlu olarak MHP Genel Merkezi nezdinde Koordinasyon Başkanlığı yaptı. Ayrıca 12 Eylül 1980 öncesinde Gün Sazak’ın Gümrük ve Tekel Bakanlığı döneminde oluşturduğu Gümrük Kontrolörleri Kurulu Başkanlığı’nı vekaleten yürüttü.

12 Eylül darbesinden 13 ay sonra Alparslan Türkeş’in emriyle yurt dışına gitti. Almanya’da üniversiteden sınıf arkadaşı Nesrin Hanım’la (Eski Hıfzısıhha Başkan Vekili) evlendi. O yıllarda geçinmek için bir şarküteride kasaplık dahi yapan Ongun, 1989’da yurda döndü.

12 Eylül 1980 ihtilalini müteakip MHP ve Yan Kuruluşlar hakkında açılan davadan yargılandı ve beraat etti. 1992 yılından itibaren Türk Ocakları Merkez Yönetim Kurulu Üyesi’dir.

Ölümünden bir ay önce (1 Mart 1997), Türkeş tarafından MHP kadrolarını yeniden canlandırmakla görevlendirildi. Üç kez Bahçeli’ye karşı aday oldu, seçilemedi. Evli, ikisi kız, biri erkek üç çocuk sahibidir. Almanca bilmektedir.


İstanbul'un Fethi

Mayıs 31, 2009

Sultan II.Mehmed Han (Fatih Sultan Mehmed), Hazreti Peygamber’in manevi müjdesi (“İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ve ordu ne mükemmel insanlardır” Hadîs-i Şerîf) ve Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceği açısından İstanbul’u fethetmek istiyordu.

Fatih Sultan Mehmed, büyük gayesini gerçekleştirmek için, Macarlara, Sırplara ve Bizanslılara karşı yumuşak davranıyordu.

Amacı Haçlıların birleşmesini önlemek, onları tahrik etmemek ve zaman kazanmaktı. Bin yıllık tarihinin sonuna gelmiş olan Bizans küçüle küçüle sadece İstanbul şehrinin sınırları içinde hüküm süren bir devlet durumuna düşmüştü. Ancak buna rağmen Bizans’ın varlığı, Balkanlardaki Türk hakimiyeti açısından tehlikeli oluyordu. Bizans İmparatorları, Anadolu’daki çeşitli siyasi güçleri deOsmanlı aleyhine kışkırtmaktan geri kalmıyorlardı. Hatta zaman zaman Osmanlı şehzadeleri arasındaki taht kavgalarına karışıp devletin iç düzenini bozuyorlardı. İstanbul’un Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyeti altında girmesi, ticari ve kültürel yönden önemli bir avantajın daha ele geçirilmesi demekti. Boğazlar tam anlamıyla kontrol altına alınacak ve bu sayede, Karadeniz ticaret yolları ele geçirilmiş olacaktı.

Karamanoğulları meselesini çözen Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethi için gerekli hazırlıklara başladı. Devrin mühendislerinden Musluhiddin, Saruca Sekban ile Osmanlılara sığınan Macar Urban Edirne’de top dökümü işiyle görevlendirildi. “Şahi” adı verilen bu topların yanında, tekerlekli kuleler ve aşırtma güllelerin üretilmesi (havan topu) yapılan hazırlıklar arasındaydı. Yaptırılan bu büyük toplar İstanbul’un fethedilmesinde önemli rol oynadı. Yıldırım Bayezid’in İstanbul kuşatması sırasında yaptırdığı Anadolu Hisarı’nın karşısına, Rumeli Hisarı (Boğazkesen) inşa edildi. Bu sayede İstanbul Boğazı’nın kontrolü sağlanacak, deniz yoluyla gelebilecek yardımlara karşı tedbir alınmış olacaktı. 400 parçadan oluşan bir donanma inşa edildi. Turhan Bey komutasındaki bir Osmanlı donanması Mora’ya gönderildi ve İstanbul’a yardım gelmesi engellendi. Eflak ve Sırbistan ile var olan barış antlaşmaları yenilendi. Macarlarla da üç yıllık bir antlaşma yapıldı. Osmanlıların bu hazırlıkları karşısında, diyorlardı.

Bizanslılar da boş durmuyordu. Surlar sağlamlaştırılıyor ve şehre yiyecek depolanıyordu. Ayrıca Bizans İmparatoru Konstantin, Haliç’e bir zincir gerdirerek, buradan gelecek tehlikeyi önlemeye çalıştı. Aynı zamanda Haçlı dünyasından yardım isteniyor, Papa ise yapacağı yardım karşısında Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleştirilmesini istiyordu. Ancak Katoliklerden nefret eden Ortodoks Rumlar, Roma kilisesine bağlanmak istemiyor, “İstanbul’da Kardinal külahı görmektense, Türk sarığı görmeye razıyız”

Fatih Sultan Mehmed, hazırlıklar tamamlandıktan sonra, Bizans İmparatoru Konstantin’e bir elçi göndererek, kan dökülmeden şehrin teslim edilmesini istedi. Fakat İmparatordan gelen savaşa hazırız mesajı üzerine, İstanbul’un kara surları önüne gelen Osmanlı Ordusu, 6 Nisan 1453’de kuşatmayı başlattı. Osmanlı donanması ise Haliç’in girişinde ve Sarayburnu önünde demirlemişti. Ordu; merkez, sağ ve sol olarak üç kısma ayrıldı. 19 Nisan’da yapılan ilk saldırıda, tekerlekli kuleler kullanıldı ve bu saldırı ile

Topkapı surlarından burçlara kadar yanaşıldı. Osmanlı Ordusu’ndaki er sayısı 150.000 ile 200.000 arasındaydı. Bu kuvvetlere Rumeli ve Anadolu beylerine bağlı çeşitli kuvvetler de katılmıştı. Çok şiddetli çarpışmalar oluyor, Bizanslılar şehri koruyan surların zarar gören bölümlerini hemen tamir ediyorlardı. Venedik ve Cenevizliler de donanmalarıyla Bizans’a yardım ediyorlardı. Fatih Sultan Mehmed, Osmanlı donanmasının kuşatma sırasında yeterince kullanılamadığını ve bu yüzden kuşatmanın uzadığını düşünüyordu. İstanbul’un Haliç tarafındaki surlarının zayıf olduğu biliniyordu. Bizans bu bölgeye zinciri bu nedenle germişti. Yüksekten atılan taş gülleler Bizans donanmasından bazı gemileri batırmıştı fakat bir kısım donanmanın Haliç’e indirilmesi kesin olarak gerekliydi. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethedilmesini kolaylaştıracak önemli kararını verdi. Osmanlı donanmasına ait bazı gemiler karadan çekilerek Haliç’e indirilecekti. Tophane önündeki kıyıdan başlayıp Kasımpaşa’ya kadar ulaşan bir güzergah üzerine kızaklar yerleştirildi. Gemilerin, kızakların üzerinden kaydırılabilmesi için, Galata Cenevizlilerinden zeytinyağı, sade yağ ve domuz yağı alınarak kızaklar yağlandı.

21-22 Nisan gecesi 67(yada 72) parça gemi düzeltilmiş yoldan Haliç’e indirildi. Haliç’teki Türk donanmasına ait toplar, surları dövmeye başladı. Ciddi çarpışmalar cereyan etti. Bundan sonraki günlerde top savaşı, ok, tüfek atışları, lağım kazmalar, büyük ve hareketli savaş kulelerinin surlara saldırıları devam etti. Kuşatmanın uzun sürmesi ve kesin başarıya ulaşılamaması askerler arasında endişe yarattı. Ancak, İstanbul’u her ne şartta olursa olsun almaya kararlı olan Fatih Sultan Mehmed kumandanların ve alimlerin de bulunduğu bir toplantı düzenledi. Cesaretlendirici bir konuşma yaptıktan sonra, 29 Mayıs’ta genel saldırının yapılacağına dair kararını açıkladı. Çarpışmalar sırasında Bizans’ı koruyan surlar üzerinde kapatılması mümkün olmayan gedikler açılmaya başlamıştı. Surlar içerisine küçük sızmalar oluyor, ancak geri püskürtülüyordu. İlk defa Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının şehit olmak pahasına tutunmayı başardıkları İstanbul surları, artık direnemiyordu. 53 gün süren ve 19 Nisan, 6 Mayıs, 12 Mayıs ve 29 Mayıs’ta yapılan dört büyük saldırıdan sonra Doğu Roma İmparatorluğu’nun 1125 yıllık başkenti olan İstanbul, 29 Mayıs 1453 salı günü fethedildi.

Fetih Marşı

Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;
Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek;
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek

Yürü, hala ne diye oyunda oynaştasın ?
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.!

Sen ne geçebilirsin yardan, anadan, serden….
Senin de destanını okuyalım ezberden…
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden…

Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın…
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.!

Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini…
Göster: Kabaran sular nasıl yıkar bendini ?
Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini

Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın;
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.!

Bu kitaplar Fatih’tir, Selim’dir, Süleyman’dır.
Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinan’dır.
Haydi artık uyuyan destanını uyandır.!

Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın
Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın.!

Delikanlım, işaret aldığın gün atandan
Yürüyeceksin… Millet yürüyecek arkandan !
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan’dan ….

Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.!

Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin !
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!
Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın…

Yürü, hala ne diye kendinle savaştasın ?
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.!


Kurtlar Vadisi Oyuncularının Hayatı

Mayıs 28, 2009

Necati Şaşmaz (Polat Alemdar)
Abdulkadir Şaşmaz’in oğlu olan Necati Şaşmaz 1971’de Elaziğ’da dogdu. Asil meslegi turizmcilik olan Şaşmaz, egitimini Kanada’da tamamladi.

Amerika’da 6 sene kalan Şaşmaz, 2001 yilinda bir sureligine ailesini ziyarete geldigi sirada geri donus ucak biletini 11 Eylul 2001 tarihine aldi. Amerikada yasanan saldirilar sebebiyle ucagi Amerika’ya varamadan geri donen Şaşmaz, sonradan ailesinin çekincesi ve israri uzerine Amerika’ya dönmekden vazgeçti.

Hayatina Turkiye’de devam etme karari alan Necati Şaşmaz, Ankara’da sigorta acentesi acti. Cok gecmeden İstanbulda Osman Sinav’la bir is gorusmesine oturdu. Kendisine bir yapimin senaryo ekibinde yer almasi teklifi gelecegini beklentisi ile gorusmeye gitti. Osman Sinav’in “Bir dizi dusunuyoruz, seni de basrolde dusunuyorum” sözlerine, duşunmek istedigini soyleyen Şaşsmaz, bir ay sonra teklifi kabul etti.

Hayatini tamamen degistirdigini soyledigi Kurtlar Vadisi projesine boyle baslayan Necati Şaşmaz, ozel hayatinin kalmadigini, “Beni sadece Ankara’da ismimle cagiriyorlar, İstanbul’da herkez Polat diyor” sozleri ile dile getirdi.

Amerikada kaldigi donemde yesil kart sahibi olan ŞaŞmaz, bedelli askerlikten yararlanarak, askerligini 28 gun yapti. Amcasi, eski MHP milletvekili Tahir Şaşmaz olan Necati’nin Raci Sasmaz (Kurtlar Vadisi dizisinin senaristi) ve Zubeyr Şaşmaz adinda iki kardesi vardir.

Kenan Çoban (Abdülhey)

22 Ocak 1975’te Elazığ’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Elazığ’da tamamladı. Elazığ Ticaret ve Meslek Lisesi mezunu olan Çoban, Antalya ve Ankara’da spor işletmeciliği yaptı.

Kurtlar Vadisi, Kenan Çoban’ın ilk dizi deneyimi.

Atletizm, futbol, tekvando sporlarını ve ata binmeyi seviyor. Boş vakitlerinde spor yapıyor, sinemaya gidiyor. En çok aksiyon filmlerini seviyor. En beğendiği yabancı aktörler Mel Gibson, Tom Cruise ve Al Pacino.

En büyük hayali, özel harekatta vurucu tim olarak görev almak.

Kendini disiplinli ve titiz biri olarak tanımlayan Kenan Çoban: “Her yaptığım işi severim. Elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışırım, verilen her görevi yerine getiririm ve hiçbir işim yarım kalmaz.” diyor.

Abdülhey Kimdir?

Aslan Bey ve KGT tarafından Polat’ı korumakla görevlendirilmiştir. Bir parkta çöpçü olarak Polat’ın karşısına çıkmasının ardından bir süre sonra Polat`ın sağ kolu olmuştur. Kuzey Irak`a daha önce gizli örgütteyken defalarca görev için gelmiştir. Daha sonra Polat Alemdar`la aynı örgütte yer almıştır. Irak`ı ve orada yaşayanları en iyi o tanımaktadır. Abdülhey`de Polat Alemdar gibi savaş sanatında ve silah kullanımında uzmanlaşmıştır. Sessizdir, konuşması istenmediği sürece konuşmaz. Harekete geçmeden önce sonuçlarını araştırır. Aceleyle veya sinirle hareket etmez.

Gürkan Uygun (Memati)
1974 yılında İzmit`te doğdu. Lise yıllarında tiyatro ile tanıştı, 1990 yılında ise amatör tiyatroya başladı.

Tatlı Kaçıklar, Affet Bizi Hocam, Böyle mi Olacaktı, Şapkadan Babam Çıktı, Deliyürek adlı dizilerde rol aldı. Fasülye adlı 35`lik sinema filminde oynadı. 7 yıl Dormen tiyatrosunda oyunculuk yaptı.

Özelikle Etnik müzikleri ve dünya müzikleri dinlemeyi çok seviyor.

Resim, karakalem çizim ve ufak heykelcikler yapıyor. Bu konularda herhangi bir eğitim almamış. Bunların dışında klarnet çalmak istiyor. Evindeki aksesuarları ve kullandığı eşyaları kendi yapmayı seviyor.

Kurtlar Vadisi`nden sonra insanların sevgisini kazandı. Bundan çok büyük keyif duyuyor. İnsanlar onu Kurtlar Vadisi ile tanıdı. Bu dizi sayesinde beğenilen bir oyuncu oldu. Hayatında olumlu ve güzel değişiklikler oldu.

Televizyon dizilerinde rol almaya 1995 yılında başladı. Kurtlar Vadisi ekibiyle de Deliyürek döneminde tanıştı. Deliyürek`in ardından bu dizi için düşünüldü. Kurtlar Vadisi`ne başlaması da bu şekilde oldu.

Memati Kimdir?

Çocukken işlediği bir cinayet yüzünden uzun yıllar hapiste yatmıştır. Mafyanın çeşitli mevkilerinde tetikçilik yapmıştır. Polat Alemdar`la tanıştıktan sonra onun için çalışmaya başlamıştır.

Sinirli ve aceleci karakteri yüzünden, olayları bütün olarak incelemek yerine kestirmeleri kullanmayı tercih eder. Hiçbir bilgisi olmamasına rağmen, Irak ve Irak`ta yaşayan insanlara karşı önyargılıdır. Memati için, Polat Alemdar`ın istek ve emirleri her şeyin üstündedir. Polat Alemdar`ın hizmetindeyken, artık bir mafya tetikçisi değil silahlı bir vatanseverdir. Doğrudan sonuca ulaşma yeteneği onun en önemli özelliğidir.

Erhan Ufak (Güllü Erhan)

Kurtlar Vadisi’ndeki Erhan karakterini canlandırmıştır. Gerçek ismi Erhan Ufak olup Necati Şaşmaz (Polat Alemdar)’ın halasının torunudur.

Güllü Erhan Kimdir?

Seyfo Dayı’nın öz yeğenidir. Çok eğlenceli bir kişiliğe sahiptir. Dayısı onu mafyadan uzak tutmaya çalışsa da Güllü, Polat`ın ekibine girmeyi başarır. Polat Alemdar’ın mafya kimliğini bilmektedir. Macera ve heyecan arayışı içindedir. Grubun en neşeli ve sevimli yüzüdür. Problemleri, parlak fikirleri ve beklenmedik anlardaki ani patlamaları ile çözebilmektedir. Onun arkadaş olamayacağı hiç kimse yoktur. Sevimli sesi ve neşeli yüzü en büyük silahıdır. Polat Alemdar için yapmayacağı hiçbir şey yoktur. Abdülhey’i biraz kıskanmaktadır. Kadınlara karşı zaafır vardır.


Ertuğrul Gazi (1188-1281)

Mayıs 28, 2009

Osmanlı Devletinin kurucusu olan Osman Gâzinin babası. Oğuzların Bozok koluna bağlı Kayı boyundan Süleyman Şahın oğludur. Cengiz’in İslâm memleketini talan ettiği sırada babası, Selçuklu topraklarında yaşamak üzere kabîlesiyle berâber ülkesini terk etmiş, Amu Deryâ’yı geçip, Oğuzların yoğun olduğu Ard havzasına gelmişti. 1220’lerde Horasan’ın kuzey sınırına, oradan Karakum Gölünün güneyine, oradan da Merv yoluyla Ahlat’a ulaşmıştı. Moğol ateşinin Doğu Anadolu’yu da sarması üzerine kabîlesine daha uygun bir yer arayan Süleyman Şah, Rakka civarında Ca’ber Kalesi yakınında Fırat Nehrinden geçerken boğuldu.

Babalarının vefâtından sonra, Ertuğrul Gâzi kabîleye reis seçildi. Ağabeyleri Sungur Tekin ve Gündoğdu, kendilerine tâbi kabîle mensuplarıyla berâber Ahlat’a geri döndüler. Ertuğrul Gâzi ise, kardeşi Dündâr Beyle berâber batıya hareket etti. Sivas yakınlarında konakladıkları sırada Selçuklu ordusu ile büyük bir Moğol birliğinin savaşına şâhid oldular. Selçukluların yenilmekte olduğunu görünce, yiğitlik ve mertlik esaslarına göre, kuvvetleriyle onların yardımına koşan Ertuğrul Gâzi Selçuklu ordusunun gâlip gelmelerini sağladı. Bunun üzerine Selçuklu Devletinin hükümdârı bulunan Sultan Alâeddîn, Ertuğrul Gâziye iltifât ederek hil’at gönderdi ve Ankara yakınındaki Karadağlar mıntıkasını ıktâ olarak verdi (1230).

Ertuğrul Bey, bir müddet burada kaldıktan sonra, oğlu Savcı Beyi Konya’ya gönderince, Bursa ile Kütahya arasındaki Domaniç Dağları yaylak, Söğüt ile Karacaşehir kışlak olmak üzere kendilerine verildi. Bunun üzerine Ertuğrul Gâzî aşiretiyle berâber gelip, Söğüt ve Domaniç’e yerleşti. O civarlarda oturan Afşar (yâhut Alişar) ve Çavdar aşîretlerinin etrâfa verdikleri zararlara mâni oldu. Hıristiyan tekfûrlarla da iyi geçinmeye dikkat etti.

Adâleti, halka olan iyi muâmele ve yardımları o kadar çoktu ki, Hıristiyan tebaa bile kendisini sevip sayıyordu. Ertuğrul Gâzinin günden güne kuvvetlenmesi Karacahisar tekfûrunu kendisine cephe almaya yöneltti. Bunun üzerine Ertuğrul Gâzi Konya’ya giderek Sultan Alâeddîn’i bu hisarın fethine teşvik etti ve berâberce gelerek Karacahisar’ı kuşattılar. Moğolların Konya Ereğlisi’ni kuşatması üzerine, Sultan Alâeddîn geri döndü. Ancak Ertuğrul Gâzi muhâsaraya devâm etti. Bir müddet sonra kaleyi fetheden Ertuğrul Gâzi, tekfûru ve diğer esirleri kardeşi Dündar Gâzi ile birlikte Konya’ya Sultan’a gönderdi.

Ertuğrul Gâzi, Selçuklu Sultânı Alâeddîn’in vefâtına kadar altı sene etrâfın fethi ve İslâmiyetin yayılması için bütün gayreti ile çalıştı. Sultânın vefâtından sonra, Selçuklu hükümdârları arasındaki taht ve taç kavgalarına karışmayarak Söğüt uç bölgesinde tekfûrlarla mücâdeleye devâm etti. 1281 yılında 92 veya 96 yaşındayken Söğüt’te vefât ederek oraya defnedildi.

Ertuğrul Gâzi, çevresinde bulunan beyliklerden devletlerin durumlarını ve siyâsî şartlarını gâyet iyi değerlendirirdi. Komşuları ile dâimâ iyi geçinerek aşîret ve tebaasını güçlü bir durumda huzûr ve râhat içinde yaşattı. Çok cömert olan Ertuğrul Gâzi, fakirlere, düşkünlere dâimâ yardım ederdi. Yarım asır adâletle idâre ettiği bölgede Hıristiyanlara da İslâmiyeti sevdirdi.

Ertuğrul Gâzinin ölümünden sonra, küçük oğlu Osmân Gâzi, kavim ve kabîlesinin reisi oldu. Osman Beyin bağrından çıkarak denizleri, diyarları, kıtaları ve ülkeleri muhteşem dalları arasına alacak olan çınarın kökü toprağa yayılmaya başladı


Evliya Çelebi

Mayıs 27, 2009

evliya_celebiEvliya Çelebi b. Derviş Mehmed Zilli, 25 Mart 1611 (10 Muharrem 1020) tarihinde İstanbul’da Unkapanı’nda doğmuştur. 1684 (1095) yılında 73 yaşında Mısır’da öldüğü kabul edilmektedir. Fatih Sultan Mehmed zamanında Sancakbeyi olan buyükbabası, Germiyanoğlu Yakub Bey’in veya Hoca Ahmed Yesevî’nin ardıllarındandır. İstanbul’un fethinden hemen sonra aslen Kütahyalı olan ailesi İstanbul’a gelip yerleşmiştir. Annesi I. Ahmed’in sarayına bir Kafkaslı cariye olarak girmiştir. Babası Derviş Mehmed Zilli, Kanuni Sultan Süleyman’dan I. Ahmed’e kadarki padişahların kuyumcubaşılığında bulunmuş ve seferlere katılmış, 1648(1058) yılında 117 yaşında ölmüştür. Kanuni’nin Zigetvar seferinde önemli hizmetleri bulunan babasının geniş çevresindeki şahsiyetlerin serüvenlerini hikâye ettikleri aile sohbetlerine katılan Evliya Çelebi, dünyayı gezip görme merakına kapılmıştır.

Evliya Çelebi, sıbyan mektebinde okuduktan sonra Şeyhü’l-islam Hamid Efendi Medresesi’nde yedi yıl okumuş ve Müderris Ahfeş Efendi’den ders almıştır. Musiki ile ilgilendi. Kuran’ı ezberleyerek “hafız” olmuştur. Derviş Ömer Efendi’den musiki eğitimi aldı. Çelebi babasının yanında çalışmış, orada çalışan Rumlardan Rumca öğrenmiştir. Daha sonra Enderun’a alınarak yetiştirilmiş(1635–39), 40 akçe maaşla sipahi olmuştur. 1035 yılının. Evliya çelebi, Revan seferinden dönen IV. Murat’a Silahtar Melek Ahmed Ağa tarafından Kadir gecesi Ayasofya’da takdim edilmiş ve padişahın emriyle (Evliya Çelebi, sonraki sadrazam Melek Ahmed Paşa olan dayısının yardımıyle 1635 yılında Enderun’a girebilmiş) saraya alınmıştır. Padişaha takdimi sırasında Evliya Çelebi birçok dil biliyordu. Kıvrak zekâsı, bilgisi ve aşırı öğrenme isteğiyle padişahın dikkatini çekmiştir. Sarayda uzun süre kalarak eğitimine devam etmiştir. Padişahın ölümünden sonra çekilerek ilk gezisi olan Bursa’ya gitmiştir.

image005

İzmit, Trabzon(1640) ve Girit(1645) yolculuklarına da çıkan Evliya Çelebi, 50 yıl boyunca Avusturya, Hicaz, Mısır, Sudan, Habeşistan, Dağıstan gibi birçok ülkeyi dolaşmıştır.. Kıvrak bir mizaha ve sosyal zekâya sahip olan mürekkep yalamış Evliya Çelebi, çevresinde aranan, sevilen bir şahıs olmuştur. Zengin bir aileye mensup olduğundan yolculuk masraflarını bazen kendisi finanse eder bazen de

bu seyahatlerini imamlık yapmak, köyleri tahrir etmek, vergi toplamak, önemli mektuplar götürmek, savaşa katılmak, elçilik yapmak gibi çeşitli hizmetler vesilesiyle gerçekleştirmiştir. Evliya Çelebi seyahat uğruna ufak tefek görevler üslenmiş ve bazen maiyetinde bulunduğu beylerbeyi, serdarlar ve vezirlerle hoş geçinmeye çalışmış, alçakgönüllülüğü ve sosyal vasıflarıyla aranan biri olup dostlarının sayısını arttırmıştır.

Evliya Çelebi’nin yazdığı Seyahatname’nin X. Cildi eksik bir şekilde birden bire bitmektedir. Bu sebeple de Evliya’nın eserini bir sonuca bağlayamadan vefat ettiği tahmin edilmektedir. Vefat yeri ve tarihi hakkında kesin bir bilgi yoktur. Takriben 1684 yılında vefat ettiği tahmin edilmektedir.

Evliya Çelebi’nin Mısır’dan İstanbul’a döndükten sonra öldüğüne, mezarının Meyyitzade Kabri civarındaki aile kabristanında bulunduğuna dair iddialar da vardır.


Babür Şah

Mayıs 27, 2009

BABÜR ŞAH

Osmanlı İmparatorluğunun, Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında, yüz ölçümü 8 milyon kilometrekarelik bir araziye sahip olduğu XVI. yüzyıl, Türk tarihinin altın devirlerinden biridir. Çünkü bu dönemde, 5 milyotr-c014rn kilometre yüz ölçümü olan Hindistan’da da bir Türk İmparatorluğu kurulmuş bulunuyordu.

Hindistan; zenginliği, enginliği esrarla dolu bir dünya olarak, insanlık aleminin hayalinde her devirde yaşamış bir kıtadır. Asırlar boyunca Hindistan’a bir sel gibi akınlar olmuş, birçok kavimler Hindistan’ın her bucağında medeniyetler kurmuşlardır. Arîler, Persler, Büyük İskender ve nihayet Türkler, Hindistan topraklarına girerek birçok devletler meydana getirmişlerdi. Bu devletlerin içinde Hindistan’ın en büyük medeniyetini Babür Şah ve oğulları kurmuştur.

Hindistan’ın büyük fatihi Babür Şah Ferganalı bir Türk’tür. Babür, Türk Barlas Kabilesine mensup olup, Timurlenk’in torunudur. Fergana hükümdarı Ömer Şeyh Mirza’nın oğludur. 14 Şubat 1483 tarihinde Batı Türkelinde bulunan Fergana’nın Andican kasabasında dünyaya gelmiştir.

O zamanlar Timurlenk’in kurduğu devlet parçalanmış, torunları ayrı ayrı devletler kurmuşlardı. Bunlardan Ebu Said, Maveraünnehir’de, Hüseyin Baykara Horasan’da, Babür’ün babası Şeyh Mirza ise Fergana’da hükümdar bulunmakta idi. Şeyh Mirza’nın son zamanlarında kardeşler arasında kavga başlamıştı. Bu iç mücadeleler devam ederken 1494 tarihinde Şeyh Mirza vefat etti.

Babür Şah, 11 yaşında babasının tahtına oturduğu zaman amcası Semerkant Hanı Sultan Ahmet ve dayısı Taşkent Hanı Mehmet Fergana’ya hücum etmekte idiler. Babür, babasının kudretli kumandanları sayesinde bu tehlikeyi atlattı. Fakat Babür’ün gençlik hayatı, bundan sonra, tehlikeli ve pek heyecanlı maceralarla geçti. Her hadise, zekî ve cesur olan Babür’ün tecrübesini arttırmakta idi. Babür, büyük atası Timur’un muhteşem hükümet merkezi olan Semerkant’ı zaptetmeğe muvaffak oldu. Fakat Özbeklerin Hanı Şeybânî’ye mağlup oldu. Fergana Hanlığını kaybedip etrafındaki askerlerin dağılmasını önleyemedi.

Tek başına kalan bu genç Han, Pamir Dağlarına çekildi. Büyük bir felakete uğramış olmasına rağmen ümidini kesmedi. Yanında bulunan birkaç kişi ile bir Türk kadınının evinde saklandı. Bu kadının kardeşi, Timurlenk’le Hindistan seferlerine katılmış ihtiyar bir askerdi. O gün için aksakallı bir savaşçı olan tecrübeli koruyucusu, durmadan, Hindistan’ın zenginliğini, buraya ait efsaneleri, Hind’in eski tarihini her gece Babür’e anlatıyordu. Babür de bunları can kulağı ile dinliyordu. Edebiyata da ilgisi olan Babür, bu defa tarihe merak sardı. Atası Timur’un tarihini bularak okumaya başladı.

Ruhunda yepyeni bir mefkure alevlenmişti: Hindistan’ı zaptetmek, orada büyük bir Türk İmparatorluğu kurmak… Esasen kendisine, yeni bir devlet kurmak, kurabilmek için lazım olan özellikler mevcuttu. Bu idealle, Babür; Horasan İllerindeki Türklere haber gönderdi. Kısa bir süre içinde etrafında 20,000 cesur ve yiğit bir asker kalabalığı toplamaya muvaffak oldu.

Bu ordu ile Hindikuş Dağlarını aşarak Afganistan’ın merkezi olan Kabil şehrini zaptetti. Artık, Hindistan’ın kapısında karargahını kurmuş bulunuyordu. Saka Türkleri, Hun Türkleri, Gazneli Türkler ve hatta Timurlenk bu noktadan geçerek Hindistan’ı istila etmişlerdi. Babür’ün talihine yeni bir güneşin doğma zamanı yaklaşmıştı. Kabil’de kendisini şah olarak ilan etti. Bu sıralarda da en büyük düşmanı olan Şeybanî de, düşmanları tarafından öldürülmüştü. Böylece Hindistan seferi hazırlıklarına başlamak için en önemli engel ortadan kalkmış oluyordu.

O zamanlar Hindistan’ın Pencap valisi bulunan Devlet Han, Hindistan’ın Delhi hükümdarlarından Sultan İbrahim ile bozuşmuş olduğundan Babür Şah’ı, Hind Seferine teşvik etmekte idi.

Bunun üzerine Babür Şah Delhi Sultanına, bu ülkenin, atası Timurlenk’ten kendisine miras kaldığını bildirdi. Bu haber Sultan İbrahim’e ulaştırıldığı sıralarda Babür Şah, Hindistan’a sefer yapacak olan ordusunu da hazırlamış bulunuyordu. Ordusunda kuvvetli bir de topçu bataryası vardı. Kuvvetleri 13,000 kişiyi bulmuştu. Hindistan Hükümdarı Sultan İbrahim’in ordusu ise 100,000 kişi idi. Hind ordusunda 1000 kadar da fil bulunmaktaydı. Türk ordusu Hayber geçidini aşarak Hindistan’ın Pencap bölgesine girdi. Türk askerleri, ataları gibi çelik miğfer ve elbiseler giyinmiş, vakurane bir surette, efsaneler diyarı olan Hindistan içlerine doğru ilerliyorlardı. Türklerin Sind nehri boylarından ilerlemekte olduğunu haber alan Sultan İbrahim, ordusunun başına geçti.

İki taraf kuvvetleri, Hindistan’ın Panipat mevkiinde karşılaştılar.

Babür Şah; uzun hortumlu, dev cüsseli fillerin ağır ağır üzerlerine geldiklerini görünce, bu ağır kuvvetlere mukavemet için ordusunun, önüne birçok arabalar dizdirip bunları zincirlerle birbirine bağladı. Aralarına da topları yerleştirdi. Böylece iki ordu 21 Nisan 1526 tarihinde kanlı bir savaşa giriştiler. Kılıçlar oynuyor, kalkanlar ses veriyor, Türklerin yıldırımı andıran naraları Hindistan semasına yükseliyordu. Bu yiğit sipahilerin önünde durmak ne mümkündü. Kısa bir zaman içinde Hind kuvvetleri birbirine karıştı. 25,000 ölü verdiren Türk askerleri bu savaştan muzaffer olarak çıktılar. Türk süvarileri kaçanları kovalayarak Delhi şehrine girdi. Aynı yıl içinde Osmanlı Türkleri de Mohaç Meydan Muharebesini kazanarak bütün Macaristan’ı fethetmişlerdi.

Babür Şah, Hind’in büyük şehirlerinden olan Delhi’ye girdiği zaman şehirde bulanan Ulu Cami’de cemaatla birlikte namaz kıldı. Kendisini Hind Padişahı olarak ilan ettiler. Babür’ün oğlu Humayun da öncü kuvvetlerle ilerleyerek Hind’in meşhur bir şehri olan Ağra’yı zaptetmişti. Humayun, Sultan İbrahim’in Ağra’da bir eve sığınmış olan ailesini esir aldı. Bunlara fazlasıyla saygı gösterdiğinden Sultan İbrahim’in eşi, bütün mücevherlerini Humayun’a hediye etti. Bu mücevherler içinde bir tek taş pırlanta vardı ki bu pırlanta Hind Türk padişahlarının giydiği taca konuldu. Bu pırlantaya Avrupalı kuyumcular 880,000 İngiliz lirası kıymet takdir etmişlerdi. Babür Şah’ın eline Hindistan’ın hadsiz hesapsız servetleri geçti. Fakat gözü pek tok olan Babür Şah, bütün bu hazineleri askerlerine dağıttı.

O zamanlar Hindistan’da bir çok Müslüman Hint racaları hükümet sürmekte idiler. Türkler bu racaları teker teker kendi hakimiyetleri altına alarak ilk defa Hindistan’ın birliğini temin ettiler. Bu racalarla mücadele tam beş yıl sürmüştü. Babür Şah, bu zaferleri neticesinde, Hint-Türk İmparatorluğu’nu kurmaya muvaffak oldu.

Babür Şah iyi ruhlu cömert ve adaleti sever bir Türk hükümdarı idi. Devlet kuruculukta müstesna bir zekaya sahip olan Türkler, Hindistan’da da kuvvetli bir devlet teşkilatı kurdular. Hakimiyetlerine aldıkları çeşitli kavimlerin vicdan ve hürriyetlerine büyük saygı gösterdiler. Hindistanlılar dinlerinde ve adetlerinde serbest bırakıldı. Hindistan’ın her bucağında Türk kanunları hakim olduğundan halk saadete erişti. Bunun neticesi iktisadi hayatta bir faaliyet görüldü.

Türkler zamanında Hindistan’da çok kuvvetli bir medeniyet meydana geldi. Hindistan’ın her tarafı, imar edilerek mermerden saraylar, camiler, köprüler ve birçok hayır müesseseleri meydana getirildi. Hint’in her tarafına yollar açıldı. Benares, Ağra, Delhi şehirleri cihanın en güzel sanat eserleriyle dolup taştı. Mimar Sinan’ın kalfaları Hindistan’a gelerek birçok abideler meydana getirdiler. Babür Şah’tan sonra gelen Türk hükümdarları zamanında yapılan Taç Mahal Türbesi, Hümayun Türbesi, Türk Sultanı denilen beş katlı Saray ve İnci Camii, Hindistan’ın en büyük sanat eserleri arasındadır.

Babür Şah, kuvvetli bir şairdi de… Hindistan hatıralarına ait bir de eser yazmıştır. Buna Babürnâme denilmektedir. Babür Şah, bütün şiirlerini öz Türkçe ile yazmıştı. Bu şiirlerde canlı, ince ve neşeli bir ruh hakimdir. Şiirleriyle aşkı pek güzel bir şekilde terennüm etmiştir. Bir şiirinde şöyle demektedir:

Canımdan başka yâr-ı vefadâr bulmadım
Gönlümden başka mahrem-i esrâr bulmadım
Canım kadar başka dil-i efkâr görmedim
Gönlüm gibi gönlü giriftâr görmedim
Bir rubaisinde de şöyle diyor:
Aşkınla gönül haraptır ben ne ideyim
Hicrinle gözüm pür âbdır ben ne ideyim
Cismim bükülmüştür ben ne ideyim
Canımda çok ıstırap vardır ben ne ideyim.

Hindistan’da büyük imparatorluk kuran büyük devlet adamı ve şair Babür Şah, 26 Aralık 1530 tarihinde Agra’da ölmüş ve cenazesi sonradan Kâbil’e götürülerek şehir dışında mükemmel bir türbeye gömülmüştür.

Babürnâme adıyla Çağatay Türkçe’si ile hatıralarını yazdığı eser, Abdurrahman Han tarafından Farsça’ya ve Pavet de Courteille tarafından da İngilizce’ye çevrilmiştir. Bundan başka Türkçe ve Farsça şiirleri, bir aruz risalesi, Mübîn veya Mübeyyen adlı manzum bir fıkıh kitabı da vardır.

Kurduğu, büyük devlet ise 1858 yılında İngilizlerin Hindistan’ı istilası ile sona erdi. Aynı topraklar üzerinde bugün, kardeş Pakistan ve Hindistan hakimiyeti devam etmektedir.


Nizamülmülk Kimdir

Mayıs 26, 2009

gdAsıl adı, İbû Ali Hasan olan Nizamülmülk, Doğu tarihinin yazdığı en büyük devlet adamlarından biridir. O, âdil bir Vezir-i âzam olmakla kalmamış, üniversiteler kurmak suretiyle bilimin yayılmasına çalışmıştır. Büyük sanatkâr ve bilginleri korumuş, değerli eserler yazmış ve hükümdarlara en doğru yolu göstermiştir. Bütün bu büyük özelliklerinden dolayı ona Memleketin nizamlarının kurucusu anlamına gelen Nizamülmülk adı verildi.

Nizamülmülk 1017 tarihinde Horasan ın Tus şehrinde doğdu ve zamanının ünlü hocalarından ders alarak yetişti. Aklı, bilgisi ve büyük insanlık meziyetleri ile önce Belh Hâkimi Ali Bin Şadan ın emrine girdi. Daha sonra yeni kurulmakta olan Selçuklu Devleti nin hizmetine girerek Davut Bin Mikâil in, Alp Aslan ın , Melikşah ın baş vezirliğini ve danışmanlığını yaptı. Onun üstün yeteneklerinden dolayı her hükümdar kendisini daha sonraki hükümdara tavsiye ediyordu.

gdNizamülmülk ün Selçuk Devleti nin kuruluş ve gelişmesinde, sağlam bir devlet olarak organize edilişinde büyük rolü vardır. Ünlü Hasan Sabbah ile Ömer Hayyam ı korudu. Bağdat ve İsfahan da iki büyük ilim müessesesi kurdurdu. Adaleti gerçekleştirmeğe çalıştı ve şiirler yazdı. Nizamülmülk ün yazdığı Siyasetname adlı değerli eser Batı dillerine de çevrildi. Bu eser memleketimizde de yayınlandı. Nizamülmülk bu eserinde, hükümdarlara ve devlet adamlarına birçok örnekler vererek yol göstermekte ve devlet yönetiminin çeşitli yönlerini incelemektedir. Ona göre; Hiçbir hükümdar veya ferman sahibi kimse bu eseri okumaktan kendisini uzak tutamaz . Bir hükümdarın halkına vereceği en büyük ihsan adalettir. Halk adaletle yönetimden memnun olursa, o memleket yaşar ve her gün kudret ve güç kazanır. Memleket zulüm ile yaşayamaz. Hükümdar, zulüm görmüş olanların şikâyetlerini bizzat dinlemeli, zâlimden hakkı alıp zulüm görene vermelidir.

Nizamülmülk, 1096 yılında hançerlenerek öldürülmüştür.

YAPTIKLARI

Nizamülmülk islamiyete unutulmaz hizmetler yapmış, İslam alimidir. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey zamanında zayıflayan ehlisünnet velcemeat yolunu yolunu, yaptırdığı nizamiye medreseleriyle kuvvetlendirmiştir.

Abdestsiz yere basmamış, ezan okunurken her şeyi bırakıp ezanı dinlemiş, her abdestten sonra 2 rekât namaz kılmış pazartesi ve Perşembe günleri devamlı oruç tutmuştur.

Selçuklu Sultanı Alpaslan gazinin babası Çağrı Bey’in hizmetinde bulunmuş, çağrı bey vefat ederken Nizamülmülke; oğlu Alpaslan gazi zamanında hizmetlerine devam etmesini vasiyet etmiş, bunun üzerine Alpaslan gazinin sultanlığı devrinde baş vezirlik yapmış, Şeyhülislam olarak hizmetlerine devam etmiştir

Nizamülmülk bir gün Selçuklu sultanlarından Melikşah’tan hacca gitmek için izin ister, izin verilir. Yanındakiler ile Dicle nehri kenarına gelip çadır kurarlar. Devamını Abdullah Sağveci anlatıyor:

Bir derviş çadırın kenarına geldi, dedi ki, elimde nizamülmülke teslim edilecek bir mektup var, mektubu aldım, Nizamülmülke verdim, bana aç oku dedi. Açtığımda şöyle yazıyordu; Ben gece peygamber efendimizle s.a.v müşerref oldum. Buyurdu ki, git Nizama söyle, hac için gelmesin, onun haccı memleketindedir. İslam’a hizmet etsin, onun haccı odur, buyurdular. Bunu okuyunca nizam ağladı, git o dervişi bul dedi, baktım derviş gitmişti, bulamadım. Nizamülmülk geri döndü, Nihavend şehrine geri dönüp hizmet etmiştir.

Bir ara etrafındakiler, acaba talebe değil de sadece asker mi yetiştirsek deyince, Nizamülmülk; ahmaklık etmeyin sizin yetiştirmiş olduğunuz askerin oku 200 metreye ancak gider. Benim yetiştirmiş olduğum talebelerin dua oku arşu alaya varır buyururlar.

Nizamülmülk hükümet konağındayken alimler gider gelirdi. Nizamülmülk onlar geldiğinde ayağa kalkar onlara hürmet ederdi. Bilhassa ebul kasım kuşeyri Hz. leri çok sık gelirdi.

Nizamülmülk’ün makamına Ebul Kasım Kuşeyri ve Gazalinin hocası İmamı cüveyri Hz.leri geldiğinde ta kapıda karşılar, koltuğa oturtur, onları dinlermiş, fakat Ebu Ali Fermedi Hz. leri Nizamın makamına gelince kapıda karşılar, elinden tutar, kendi koltuğuna oturtur, kemali edeple onun sohbetini dinlermiş. İmamı cüveyri ve Ebul Kasım Hz lebi buna muttali olunca üzülmüşler; Ebu Alinin bizden üstünlüğü nedir ki, ona kendi koltuğunu ikram ediyorsun? Diye sitem etmişler. Nizam; size de hürmetim var, ancak Ebu Ali geldiğinde, benim hatalarımı söylüyor, noksanlarımı anlıyorum, siz geldiğinizde beni övüyorsunuz fark bunda diyor.

EHLİ SÜNNET İLİMLERİNİ SİSTEMLİ ÖĞRETİM

Nizamülmülk, 1018 yılında İran ın Horasan şehrinde doğmuştur. Memleketin nizamlarının kurucusu anlamında olan Nizamülmülk ismi Abbasi halifesi Kâim bi Emrillah tarafından verildi.

Devlet hizmetindeki hayâtı, babası ile berâber Gazne Devletinin Horasan vâlisi Ebü’l-Fâzıl Es-Suri’nin hizmetinde bulunmakla başladı. 1040 yılındaki Dandanakan Savaşından bir süre sonra Alp Arslan’ın Belh vâlisi Ali bin Şadan’ın maiyetine girerek, vilâyet işlerinin yürütülmesiyle vazifelendirildi. Selçuklu Sultanı Tuğrul Beyin vefatı ile Alp Arslan ve kardeşi Süleyman Bey arasındaki taht mücâdelesi sırasında yerinde görüş ve tedbirleriyle dikkatleri çekti ve 1063 yılında Alp Arslan’ın yanında hizmete başladı. Alp Arslan Sultan olunca 1064 yılında Selçuklu Devletine vezir tâyin edildi. Zamânın halîfesi Kâim bi emrillah tarafından Nizâmülmülk ünvânı ile taltif edildi. Bu ünvânıyla tanındı.

Nizâmülmülk, vezir olduğu 1064’ten, şehit edildiği 1092 senesine kadar aralıksız yirmi dokuz sene Büyük Selçuklu Devletine, tam bir dirâyet ve adâletle hizmet etti. Vazifeli olduğu için katılamadığı Malazgirt Meydan Muhârebesi hâriç, bütün Selçuklu fütûhatında bulundu. Sultan Alp Arslan’ın vefâtıyla veliaht Melikşah’ın tahta geçmesini sağlayıp, nizam ve âsâyişin korunmasında muvaffak oldu. SultanMelikşah’a muhâlefet eden veya başkaldıran Selçuklu prenslerinin itâat altına alınmasında büyük hizmeti geçti. Sultan Melikşah, devletin idâresinde ona çok büyük ve geniş yetkiler verdi. Nizâmülmülk’ün akıllı, tedbirli ve adâletli idâresi sâyesinde de, Melikşâh’ın saltanatı, aynı zamanda Büyük Selçuklu Devletinin de en parlak ve en şanlı devri olmuştur.

Nizâmülmülk, âlim, edip ve kadirşinâs bir zât olduğu için meclisi; ilim ve sanat adamlarının toplandığı bir yer hâline gelirdi. Abbâsi halîfesi de kendisine pekçok hürmet eder, meclisinde bulunurdu. Âlimlere, şâirlere, sanatkârlara karşı çok ikrâm, ihsan ve iltifât ederdi. Birçok câmi, mescit, vakıf eserleri yaptırdı.

Büyük Selçuklu Devletine; idârî, adlî, askerî, mâlî, sosyal ve kültürel sâhada pekçok yenilikler ve değişiklikler getirdi. Sarayı, merkezî hükümet teşkilâtını, İslâm esaslarına dayalı mahkemeleri, toprak sistemini sağlam esaslar üzerine yeniden düzenledi. Gerçekleştirdiği yeni sistemler bâzı değişikliklerle berâber bütün Türk-İslâm devletlerince devam ettirildi.

Nizâmülmülk, zamânında yayılmaya ve kuvvetlenmeye çalışan bozuk fırkalara karşı, Ehl-i sünnet bilgilerinin sistemli bir şekilde öğretilmesi sağlandı. Bunun için Bağdat, Belh, Nişabur, Herat, İsfehan, Basra ve Musul gibi çeşitli şehirlerde, kendi ünvanı ile anılan Nizâmiye Medreselerini kurdurdu. Onuncu yüzyılda Ehl-i sünnete muhâlif cereyanların giderek yaygınlaşması sebebiyle İslâm dünyâsında ortaya çıkan karışıklıkların giderilmesinde Nizâmiye Medreselerinin çok büyük hizmeti geçti. Bu medreselerin en meşhurlarından birisi de, Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi olup, asrın büyük âlimlerinden birisi olan Ebû İshak-ı Şîrâzî burada ders vermekle vazîfeli idi.

Nizâmülmülk’ün Selçuklu Devletindeki bütün düzenleme ve değişiklikleri ciddî bir şekilde tetkik eden, devlet idâresinde kendi görüşlerini, icrâatını ve bunların gerekçelerini gelecek nesillere intikal ettirmek maksadıyla Fârisi olarak yazdığı Siyâsetnâme isimli eseri, bugün siyâset ilmiyle uğraşanların el kitapları arasında sayılmaktadır. Siyâsetnâme’de Türk-İslâm devletlerinin idârî, mâlî, siyâsî, askerî, sosyal ve kültürel yönlerini incelemektedir. Tam doğru metin ve ilâvesiz nüshası, İstanbul’da Süleymâniye Kütüphânesi,Molla Çelebi kısmında 114 numarada mevcuttur. Siyâsetnâme, birçok dillere tercüme edilerek, yayınlanmıştır.

Çok önemli bir bilgin olan Nizamülmülk, 1092 yılında Nizari (haşhaşiler) tarafından öldürülmüştür.

turtuşî’nin (1059-1131) siracü’l-mülk adlı eserinden öğrendiğimize göre nizamü’l-mülk, medreseler ve diğer kültür faaliyetleri için sultanın hazinelerinden yılda 600.000 dinar harcamaktaydı. bazı müzevirciler durumu melikşah’a duyurup, bu para ile bir ordu teşkil edilse idi bizans’ın başşehri kostantiniye’nin bile fethedilebileceğini söyleyip sultan’ı vezir aleyhinde tahkik ettiler. sultan çok kızdı ve nizamü l-mülk ü sorguya çekmek için huzuruna çağırdı.

devletin gücünü sadece maddede, asker, silâh ve orduda gören o zihniyete karşı tecrübeli vezirin cevabı ne kadar zarif ve isabetlidir:

sultanım! ben, esir pazarlarında satılsa 5 dinar bile etmeyecek yaşlı bir kimseyim. sen de savaşçı, güçlü bir türk gulâmı olarak satışa çıkarılsan belki 30 dinar edersin. dünyadaki maddî değerin bu kadardır. zevklere dalmış ve arzularına esir olmuş bulunduğundan ahirette de allah huzuruna taat ve ibadetlerden ziyade günah ve measî ile çıkacaksın. düşmana felâketler yağdıran ordun seni ancak iki arşın boyu kılıçlan ve 300 arşına bile erişmeyen okları ile bu kadar mesafe koruyabilir. onlar da kusurlu ve günahkârdır; içki, oyun ve çalgıya düşkündürler. seni manevî dert ve belalara karşı savunamazlar. ben ise senin hem dünya, hem de ahiretini düşünerek, senin için bir mâneviyât ordusu kurdum. senin ordun uykuya vardığında bu maneviyat erleri uyanıktır. rablarının huzurunda saf-saf dizilir, gözyaşı döker, tazarruda bulunur, ellerini allah’ın yüce dergâhına kaldırırlar. aslında sen ve senin askerlerin onların himayelerinde yaşıyor, onların dinî, ahlakî ve irşadî çalışmalarıyla güçleniyor, onların bereketleriyle suya kavuşuyor ve çeşitli nimetlerle rızıklandırılıyorsunuz. çünkü onların dua okları, tazarru ve niyazla tâ yedi kat göğü geçer, dergâh-ı izzete ulaşır.

bu sözler karşısında melikşah, çok duygulandı ve büyük vezirinin yerinde tedbirlerini takdirle karşıladı.

SİYASETÇİ OLARAK NİZAMÜLMÜLK

Büyük Selçuklu Devleti sultanlarından Alparslan ve oğlu Melikşah’ın veziri, büyük devlet adamı. Adı Hâce Kıvâmüddîn Ebû Ali Hasan bin Ali’dir. 1018 yılında İran’ın Tûs şehrinde doğdu ve 1092 yılında Nihavend’de, Hasan Sabbah’ın fedâisi bir bâtinî tarafından şehit edildi.Kardeşi Ebü’l-Kâsım Abdullah ile birlikte çok iyi bir eğitim gördü. Fıkıh, hadis, edebiyat ve sâir ilimleri çok iyi tahsil etti. Zamânındaki meşhur âlim ve ediplerle devamlı görüştü. Bu, onun idârecilik hayâtındaki kâbiliyet ve başarısının büyüklüğünde mühim rol oynadı.

Devlet hizmetindeki hayâtı, babası ile berâber Gazne Devletinin Horasan vâlisi Ebü’l-Fâzıl Es-Suri’nin hizmetinde bulunmakla başladı. 1040 yılındaki Dandanakan Savaşından bir süre sonra Alparslan’ın Belh vâlisi Ali bin Şadan’ın maiyetine girerek, vilâyet işlerinin yürütülmesiyle vazifelendirildi. Selçuklu Sultanı Tuğrul Beyin vefatı ile Alparslan ve kardeşi Süleyman Bey arasındaki taht mücâdelesi sırasında yerinde görüş ve tedbirleriyle dikkatleri çekti ve 1063 yılında Alparslan’ın yanında hizmete başladı. Alparslan, Sultan olunca 1064 yılında Selçuklu Devletine vezir tâyin edildi. Zamânın halîfesi Kâim bi emrillah tarafından Nizâmülmülk unvânı ile taltif edildi. Bu unvânıyla tanındı.

Nizâmülmülk, vezir olduğu 1064′ten, şehit edildiği 1092 senesine kadar aralıksız yirmi dokuz sene Büyük Selçuklu Devletine, tam bir dirâyet ve adâletle hizmet etti. Vazifeli olduğu için katılamadığı Malazgirt Meydan Muhârebesi hâriç, bütün Selçuklu fütûhatında bulundu. Sultan Alparslan’ın vefâtıyla veliaht Melikşah’ın tahta geçmesini sağlayıp, nizam ve âsâyişin korunmasında muvaffak oldu. Sultan Melikşah’a muhâlefet eden veya başkaldıran Selçuklu prenslerinin itâat altına alınmasında büyük hizmeti geçti. Sultan Melikşah, devletin idâresinde ona çok büyük ve geniş yetkiler verdi. Nizâmülmülk’ün akıllı, tedbirli ve adâletli idâresi sâyesinde de, Melikşâh’ın saltanatı, aynı zamanda Büyük Selçuklu Devletinin de en parlak ve en şanlı devri olmuştur.

Nizâmülmülk, âlim, edip ve kadirşinâs bir zât olduğu için meclisi; ilim ve sanat adamlarının toplandığı bir yer hâline gelirdi. Abbâsi halîfesi de kendisine pek çok hürmet eder, meclisinde bulunurdu. Âlimlere, şâirlere, sanatkârlara karşı çok ikrâm, ihsan ve iltifât ederdi. Birçok câmi, mescit, vakıf eserleri yaptırdı.

Büyük Selçuklu Devletine; idârî, adlî, askerî, mâlî, sosyal ve kültürel sâhada pek çok yenilikler ve değişiklikler getirdi. Sarayı, merkezî hükümet teşkilâtını, İslâm esaslarına dayalı mahkemeleri, toprak sistemini sağlam esaslar üzerine yeniden düzenledi. Gerçekleştirdiği yeni sistemler bâzı değişikliklerle berâber bütün Türk-İslâm devletlerince devam ettirildi.

Nizâmülmülk, zamânında yayılmaya ve kuvvetlenmeye çalışan bozuk fırkalara karşı, Ehl-i sünnet bilgilerinin sistemli bir şekilde öğretilmesi sağlandı. Bunun için Bağdat, Belh, Nişabur, Herat, İsfehan, Basra ve Musul gibi çeşitli şehirlerde, kendi unvanı ile anılan Nizâmiye Medreselerini kurdurdu. Onuncu yüzyılda Ehl-i sünnete muhâlif cereyanların giderek yaygınlaşması sebebiyle İslâm dünyâsında ortaya çıkan karışıklıkların giderilmesinde Nizâmiye Medreselerinin çok büyük hizmeti geçti. Bu medreselerin en meşhurlarından birisi de, Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi olup, asrın büyük âlimlerinden birisi olan Ebû İshak-ı Şirâzî burada ders vermekle vazîfeli idi.

Nizâmülmülk’ün Selçuklu Devletindeki bütün düzenleme ve değişiklikleri ciddî bir şekilde tetkik eden, devlet idâresinde kendi görüşlerini, icrâatını ve bunların gerekçelerini gelecek nesillere intikal ettirmek maksadıyla Fârisi olarak yazdığı Siyâsetnâme isimli eseri, bugün siyâset ilmiyle uğraşanların el kitapları arasında sayılmaktadır. Siyâsetnâme’de Türk-İslâm devletlerinin idârî, mâlî, siyâsî, askerî, sosyal ve kültürel yönlerini incelemektedir. Tam doğru metin ve ilâvesiz nüshası, İstanbul’da Süleymâniye Kütüphânesi, Molla Çelebi kısmında 114 numarada mevcuttur. Siyâsetnâme, birçok dillere tercüme edilerek, yayınlanmıştır.


Sn. Gürırmak'a Yapılan Haksızlık

Mayıs 23, 2009

Bu yıl Simav’ın fethinin 682. yıldönümüdür.Simav’ı fetheden komutan İran İlhanlı Devleti Komutanlarından TOKA TİMUROĞLU BABUK HAN’dır.Babukhan’ın vakfettiği Simav Ulu Camii ki yarım yamalak tamir ettirilmiş olup ilçemiz Simav’ın en eski yapısıdır.

1983 yılından 1988 yılına kadar Simav’ın tarihi ve kültürü ile ilgili bilgi ve belgeleri topladığım sarı kaplı dosyamı 1989 yılı Şubat ayında “Tarihte Simav” başlığı ile kitap olarak yayınlamıştım.  Kitabın kapağında mor zemin üzerine sarı renkte kendi çizdiğim “SİMAV ZEYBEĞİ” motifi yer alırken, çevresinde de 24 Oğuz boyunun damgalarına yer vermiştim.

1970’li ve 1980’li yıllarda tek kanal ve siyah beyaz TRT televizyonunun her yılın 29 Mayıs günü İSTANBUL’UN FETHİNİ anlatan programlarına bakarak “yahu bizim Simav’ın fethini neden bilmeyiz ve neden her memleket kendi fetih gününü kutlamaz da İstanbul’un Fethini tekrar tekrar kutlar şeklinde kendi kendime sorardım.

simavfatihiİşte tam 20 yıl önce 28 yaşında iken bastırmayı başardığım “Tarihte Simav” isimli kitap çalışmamda Simav’ın Fethini Germiyanoğlu Çağa Şan Mehmet Bey’in 6 Mayıs 1327 tarihinde gerçekleştirdiğini o zamanlar edindiğim kaynak kitaplara göre yazmıştım.

Ve bakınız, 20 yıl önce bastırdığım “Tarihte Simav” isimli kitabımın birinci sayfasında şu ibareleri yazmışım: “Bu kitap Simav’ın 662. Fetih ve 67. Kurtuluş Günleri anısına Sarı ve Mor Zeybeklere armağandır.”

Evet, geçtiğimiz 8-9 Mayıs 2009 tarihlerinde Simav’da yapılan 2. Yaren Çalıştay’ına Simav Yarenleri beni davet etmedikleri gibi, 1999 yılında yayınlanan “Simav’da Yaren Geleneği” isimli kitabımdan dolayı Ankara’da mahkeme kapılarında dört yılımı ziyan eden profesörü bu sempozyumda oturum başkanı olarak dinlediler. Doğru ya…halkın kültürünü halkın içinden yetişen ne bilecek!…Simav yarenciliğini yazıp çizmek için illa ki profesör olmak gerekiyor.  Vay benim Simav tarihi ve kültürü için harcadığım 26 yılıma.

1983 yılında İzmir Ege Telgraf Gazetesi’nde profesyonel gazeteciliğe başladığımda basın kartımdaki vesikalık resmime bakıyorum da saçlarım kulaklarımı örtmekte ve siyah beyaz bir fotoğraf görüyorum.  Şimdi, İzmir Haber Ekspres Gazetesi’nde çalışırken taşıdığım ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Basın-Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü’nün “Sen gazetecisin, al bu kimliği taşı” dediği basın kartımda renkli çekilmiş resmim var…Hey gidi meslek, 26 yıl geçmiş.

26 yıl Simav Yarenlerini gazetelere, sonra televizyon programlarına taşı, sonra Eynal Kaplıcaları için gazetelerde Evliya Çelebi’den referanslı kaplıca diye manşetler attır…Sonra, ünlü gazeteci ve TV programcısı Savaş Ay’ın Ataol Behramoğlu ve Güler Kazmacı gibi ustaların yanında canlı programda kendi yazdığım “Yaren Tepeleri” şiirini Flash TV’de bağıra bağıra oku (2002 yılı)…

Bütün bu mesailerimin mükafatı böyle mi sonuçlanacaktı?

Efendim, Cumhuriyet Gazetesi’nde Işık Kansu kendi köşesinde şöyle yazmış: “Gazeteci kimdir?  Gazeteci bir bilen değildir.  Gazeteci öğrenendir. Algılayıp aktarandır.  Gazeteci, kuşkulanandır.  Kuşkuları araştıran, edindiği bilgileri bütünleştirip aktarandır.  Gazeteci sezendir.  Sezip irdeleyen, yorumlayıp aktarandır.”

Evet hemşehrilerim ve okuyucularım. Benim 26 yıldır yaptığımın özeti yukarıdaki satırlar gibidir. Geçen 29 Mart Belediye Başkanlığı seçimlerinden önce, Simav’da ilk kez oy kullanacak genç hemşehrilerim ile kararsız seçmenler telefonla beni aradılar.”Alaattin Ağabey, dört tane başkan adayı var, hangisine oy verelim?” diye sordular.  Ben de “meclis üyeleri açıklandığında kime oy atabileceğinizi söyleyebilirim” dedim.  Adaylar meclis üyelerini açıkladılar. Telefonla beni arayan yaklaşık olarak 100 hemşehrime şu görüşümü aktardım: “Simav’da ezilenler ve hakkı yenenler CHP’li Dr. Dursun Uzun’a oy versin…Simav’da Başkan dediğin tek adamlığa oynamamalı, meclis üyeleri ile yetkisini paylaşmalı ve ekip çalışması ile memleketi yönetmelidir görüşünde olanlar DP adayı Kasım Karahan’a oy versin”

Ayrıca, her iki adayımızı meclis üyelerini belirlemeden önce İzmir’den telefonla arayıp meclis üyesi arkdaşlarını iyi donanımlı  hemşehrilerimizden seçmesini tavsiye etmiştim.

Evet yukarıda ne dedik? “Gazeteci sezendir.  Sezip irdeleyen, yorumlayıp aktarandır.” 29 Mart 2009 Seçimlerinde çoğu hemşehrimizin üçüncü sıraya koyduğu adayımız Kasım Karahan az farkla Belediye Başkanı oldu. Yine CHP’li Dr. Dursun Uzun ise CHP’nin Simav’daki bir önceki seçime göre oyunu en az 1500 kişi arttırdı.

Bu yıl Simav’ın fethinin 682. yıldönümüdür.  Simav’ı fetheden komutan Toka Timuroğlu Babukhan’dır.  Babukhan önce Doğu Anadolu’da kurulan Eretna Beyliği, sonra Karaman Beyliği, en son olarak da Germiyan Beyliği’ne yedi oymağı ve 30 bin askeri ile hizmet etmiştir.

Babukhan’ın vakfettiği Simav Ulu Camii ki yarım yamalak tamir ettirilmiş olup, ilçemiz Simav’ın en eski anıtsal yapısıdır. Yine Babukhan’ın yaptırdığı Ulu Camii’nin yanıbaşındaki beylikler dönemi vakıf kayıtlarında Babuk Bey Hamamı (Yukarı Hamam) geçen sene bağıra bağıra yıkılmış ve tarihin derinliklerine yollanmıştır…Siyasetçilerimiz sağolsunlar, onlar en iyisini yaparlar!…Yine Simav Fatihi Babukhan’ın yaptırdığı Simav-Naşa yolu sağındaki Dokuz Göz Köprüsü 1866 yılındaki aşırı yağışlar ve Simav Gölü’nün taşmasıyla milli toprak altında kalmıştır.  2004 yılında Belediyemiz kepçeleriyle ortaya çıkarıldı ama her nedense korunamıyor.  Bu nadide eser her geçen gün “hazine avcılarının” kazmaları ile tahrip edilip tarihin dipsiz derinliklerine doğru yol veriliyor.

Simav Fatihi Babukhan, Germiyan Beyliği Komutanlığı sırasında (1304-1365) Simav ve Emet ilçelerini fethetmiş ve birer Ulu Camii hatıra bırakmıştır. Simav Ulu Camii’nin ismi Babik Bey Vakfı maalesef Namık Bey olarak değiştirilmiş olup, camiinin batısındaki cadde ismi de Namık Bey olarak yanlış yazılmaktadır.

İsmi Simav’da kaybolan yada silinmek istenilen Babukhan’ın yerine geçen oğlu Esen Bey’in ismi kaderin bir cilvesi olarak 1980’li yıllarda imara açılan Edek mevkiindeki mahalleye verilmiştir…ESENEVLER…Babukhan unutulmuş ama oğlunun ismi Simav’da bir daha silinmemek üzere geri gelmiştir.

12.05.2009 – İZMİR –

Alaattin Gürırmak