Nefis Terbiyesi

Mayıs 23, 2009

Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN

Bismillâhir rahmânir rahîm.

Elhamdü lillâhi rabbil àlemîn… Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîhi alâ küllî hâlin ve fî külli hîn… Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ muhammedinil mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmil cezâ… Emmâ ba’d.

Allah’ın selâmı rahmeti, bereketi üzerinize olsun… Allah CC hem dünyada, hem ahirette sizleri hayırlarla karşılaştırsın, bahtiyar eylesin… Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin…

Bu dünya, bu hayat, şu günler, şu ömürler gelip geçicidir; kalıcı değildir, çok değildir, kısadır, muvakkattir, sonludur, sönümlüdür, ölümlüdür. Asıl hayat ve asıl bitmeyen zaman ahirettedir, öldükten sonraki hayattadır. O ebedîdir, bu fânîdir. Asıl ona hazırlanmak gerekir.

İslâm’ın, imanın bize gösterdiği hakîkat budur. Peygamber SAS Efendimiz bu fikirle yaşamıştır. Dünyaya değer vermemiştir, bel bağlamamıştır, gönlünü kaptırmamıştır. Ahireti kazanmağa, Allah’ın rızasını kazanmağa bizleri teşvik etmiştir. Kendisi de ahiretin şevki ile, özlemi ile yaşamıştır.

(Mâ lî ve lid dünyâ) “Benim dünya ile ne işim var?.. (İnnemâ ene kerâkibün istezalle tahte zılliş şecereh) Ben bir ağacın altında biraz nefes alıp, gölgesinde gölgelenip dinlenen bir yolcu gibiyim.” buyurmuştur. “O ağaç benim esas mekânım, makamım, hedefim değil ki…” mânâsına…

Biz de bu büyük hakîkate göre hayatımızı ayarlamak, tanzim etmek, düzenlemek planlamak zorundayız. Elimizden geldiğince de öyle yapmağa çalışıyoruz. İbadetlerimizi yapmağa çalıyoruz, Allah’ın emirlerini tutmağa çalışıyoruz. Haramlardan günahlardan kaçınmağa çalışıyoruz. Ahireti kazanmanın yolu budur diye, bu yolu tutturmuşuz.

Kimisi bunu güzel yapıyor, kimisi de zar ve zor yapıyor, zorlanarak yapıyor. Bazan günahlara bulaşıyor, bazan haramları irtikâb ediyor, bazan sevaplı işlere pek gayret gösteremiyor, tenbelleniyor…

Tabiî, bu hallerinin, davranışlarının da hepsi defterine yazılıyor. Kirâmen kâtibîn amel defterine yazıyor. Bunların da bir hesabı, sorgusu suali olacak ahirette….

(Femen ya’mel miskàle zerretin hayran yerah. Ve men ya’mel miskàle zerretin şerran yerah.) “Zerre kadar hayır işleyen onun karşılığını görecek. Öyle yapmayan, şer işleyen, kusurlu günahlı işleri yapan, yaşayışı Allah’ın rızasına uygun olmayan da cezalara uğrayacak.”

Bu Allah’ın rızasını kazanma yoluna takvâ yolu derler, ihsân yolu derler. Takvâ yolu denmesi, insanın günahlardan, haramlardan, Allah’ın hoşuna gitmeyecek işlerden kendisini korumasından dolayıdır. Takvâ korunmak demek, kendi kendisini koruması demek… Onun için takvâ yolu deniliyor.

Yâni, canı istese bile günahlı, haramlı işleri yapmamak için kendini tutacak, kollayacak. Canı istemese bile sevaplı, hayırlı işleri yapacak da, sevabı kazanacak, kendisini cehenneme düşmekten koruyacak, kollayacak. Allah’ın gazabına uğramaktan korunacak.

O halde iş takvâdır, takvâ zihniyetiyle hareket etmektir, korunma zihniyetiyle hareket etmektir. Burda da nefisle çatışma vardır. Nefis günahları seviyor ve arzu ediyor. Eğlenceyi, keyfi. çalgıyı, düğünü, yatmayı, gezmeyi, tozmayı seviyor. Sevaplı işlere de tenbelleniyor. Hayırlı, sevaplı işleri de yapmakta zorlanıyor; kaçmağa çalışıyor, kaytarmağa çalışıyor.

Bir çocukta bunu güzel görüyoruz: Annesi babası zorlamazsa namaz kılmıyor. Hattâ annesini babasını kandırmağa çalışıyor. Yalancıktan abdest aldım diyor, yalan söylüyor. “Namazı kılmıştım ben…” diyor ama, kılmadı. Neden?.. Zor geliyor. Halbuki sevaplı bir şey… Sevaplı bir şey zor gelebiliyor, günahlı bir şey de çok şiddetle arzu edilebiliyor.

O halde Allah’ın rızasını kazanmanın yolu, nefse muhalefet etmekten geçiyor. İşte bu da takvâ yolunun esası, tasavvufun belkemiği… Nefsini yenebilecek ki insan, istemediği şeyi ona, “Sevaplıymış, faydalıymış, hayırlıymış.” diye zorla yaptırabilecek; istediği şeyi de, “Günahtır, haramdır, Allah’ın sevmediği iştir.” diye frenleyip tutabilecek. O halde nefisle mücadele etmekten geçiyor, Allah’ın rızasını kazanmak…

Onun için, tasavvuf, tarikat dediğimiz nefsi terbiye etme yolu en kıymetli yol oluyor; İslâm’ın hakîkatı oluyor, özü oluyor. Tabii, bunları anlamayanlar, şu kısa cümlelerle izah ettiğim şeyi bilmeyenler, çeşitli şekillerde itiraz ediyor. Kâfirler bir yönden itiraz ediyor, münafıklar bir başka yönden itiraz ediyor. Nefsinin esiri olan, nefsine tapan, hevasına tapan insanlar bu işe yanaşamıyor. Şeytana uyan, şeytana tapan insanlar gelemiyorlar. Ama işin doğrusu işte anlattığımız gibi…

O halde biz, nefsimizi ıslah edecek bir yol tutturmalıyız. Nefsimizi yenebilecek bir eğitimden geçmeliyiz. Sevapları öğrenmeli ve onları zor da olsa yapabilmeliyiz. Günahları, haramları bilmeli, canımız istese bile onlardan kendimizi korunabilmeliyiz, sakınabilmeliyiz.

Çok iyi derviş, bana mektup yazıyor, mahrem… Diyor ki: “Hocam, elinizi öperim, ayağınızı öperim!” diyor. Ayağımızın altını öpeceğini söylüyor. Tamam öper de, samîmî… “Fakat benim bir kusurum var, ben harama bakmaktan kendimi alıkoyamıyorum!” diyor.

Demek ki, bu iş bayağı zor… Çocuk iyi çocuk, derviş, tarikata girmiş, yaptığı işin günah olduğunu da biliyor ama, harama bakmaktan kendisini alıkoyamıyor. Televizyonda haram var, çarşıda pazarda haram var, günah var… Gazetede mecmuada haram var…

Tabii, bu sadece bakıştan meydana gelen bir durum… Aynı şekilde kulaktan günahlar kazanılabilir, aynı şekilde dilden günahlar kazanılabilir, aynı şekilde nefsin başka arzularından günahlar kazanılabilir. Çok canı istiyor, midesi arzu ediyor, iştihası kabarıyor, komşunun meyvasını çalıyor. İşte o da bir nefsini yenememek…

Kendisine helâl değil, Allah haram kılmış, başkasının malını almaması lâzım!.. Ama tutamıyor kendisini… Canım çok erik istedi diyor, erik çalıyor… Elmalar çok güzel kırmızı olmuş diyor, elma çalıyor… “Kavunlar karpuzlar büyümüş, hava da çok güzel, şurdan bir tane alayım!” diyor, bıçağı vuruyor, haram şeyi yiyor.

Bunu kademe kademe başka noktalara da götürebiliriz, başka misaller sayabiliriz. Burdan anlaşılıyor ki, insanın nefsi insana düşman adetâ… Nefsi kendisi demek, insanın kendisi kendisinin kötülüğünü istiyor. Sanki içinde bir düşmanı var, kendi aleyhe çalışıyor. Sanki kalenin içine casus girmiş, kaleyi içten fethetmeğe çalışıyor.

Doğru… Peygamber Efendimiz de öyle buyurmuş: En büyük düşman nefis!.. Çünkü, işte o işleri yaptırtıyor.

İnsan düşünüyor, taşınıyor, aklıyla bir şeyi düşünüyor, öyle yapıyor. Bankayı soyan da aklıyla yapıyor, soygunu yapan aklıyla yapıyor. Aklını kullanıyor herkes ama, aklını hangi istikamette kullandığı mühim…

Onun için, İslâm’ın özü, hakîkatı, esası, can damarı, belkemiği tasavvuftur, nefsin terbiyesidir. Nefis terbiye olacak, insan kendisini frenleyebilecek… Nefis terbiye olacak, insan kötü huyları atacak, iyi huyları alacak… Nefis terbiye olacak, insan Allah’ın istediği işleri yapmağa koşan, hayırlı faydalı bir insan olacak.

O halde tasavvufa itirazlar Kur’andan, hadisten, fıkıhtan nasibsiz insanların itirazlarıdır.

–Yok hocam! Bazıları da var İlâhiyatta hoca, veyahut Suudî Arabistan’da din adamı… Veyahut tarihte filânca kitapları yazmış filânca alim, kitap yazan yazar, müellif bir insan… O da itiraz ediyor.

Onların da itirazlarını incelerseniz, nesine itiraz ediyor: Ya tasavvufu bilmediği için, tasavvuf şöyledir, binâen aleyh kötüdür diye bilmeden ona yanlış bir sıfat yakıştırıyor, ondan tenkid ediyor. Ya da ben mutasavvıfım diye onun etrafında dolaşan, onun gördüğü insanlara bakıyor, “Tasavvuf buysa, tasavvuf iyi bir şey değil gàlibâ?” diye kötü misallerden dolayı tasavvufa karşı oluyor.

Biz de tasavvuf ehliyiz, tarikat ehliyiz; öyle tasavvufa biz de karşıyız. Ben de karşıyım, siz de karşısınız. Kur’an’ı okuyorsunuz, hadisi okuyorsunuz; içki haram mı?.. Haram… Birisi hem tarikattenim diyor, hem de içki içiyor. Buna karşı olunmaz mı?.. Karşı olunmazsa, müslümanlık nerde kalır?.. Elbette karşı olacağız.

Arnavutluk başmüftüsü geldi, evimize misafir oldu. “Arnavutluğun %40’ı Bektâşî Tarikatı’ndandır; rakı içerler bunlar.” dedi. Ben de duydum, biliyorum. Gazeteler bir röportaj yapmıştı, ordan biliyoruz. Rakı içen bir tarikat kabul edilemez, tarikat değildir o!.. E, tarikatım diyor… Sapıtmıştır. Ne tarikatıymış?.. Bektâşî Tarikatı…

Ben Hacı Bektâş-ı Velî’yi tanıyorum. Hacı Bektâş-ı Velî içkinin aleyhinde… Bu içkiyi içiyorsa, demek ki sapıtmış. Hacı Bektâş-ı Velî’nin dahi yolunda gitmiyor. Çünkü Hacı Bektâş-ı Velî diyor ki: “Bir kuyunun içine bir damla içki damlasa, suyunu dışarıya çıkartsalar. Kova ile çıkartıp çıkartıp kuyuyu boşaltsalar temiz olsun diye, dökseler suyu… Dışarısı ıslandı. Islandığı yerde ot bitse, o otu koyun yese; o koyunun etini yemem!” diyor.

Neden?.. Su şaraplıydı. Ot şaraplı sudan büyüdü. Koyun şaraplı suda büyümüş otu yedi. Onun için etini bile yemem diyor.

Bu neyi gösteriyor?.. Buna mübalağa sanatı derler. Bir şeyin kötülüğünü kesin olarak göstermek için mübalağa sanatı yapılır bazen… Yâni, o koyunun eti aslında temiz… O ot da temiz… Ot şarabı emmiyor ki, suyunu emiyor, şarabı almıyor topraktan…

Ama, çok kesin olarak biliyoruz ki, Hacı Bektâşî Velî içkinin aleyhinde… Şimdiki Bektâşî, Bektâşî Tarikatı’ndayım diyen Arnavutluk’taki adam içkiyi içiyor. Demek ki Hacı Bektâş’ın yolunda değil… Demek ki, Bektâşî adını bile almağa hakkı yok…

Kaldı ki, diyelim ki Hacı Bektâş-ı Velî de içki içmiş olsa; Hacı Bektâş-ı Velî Peygamber Efendimiz’den yedi asır sonra yaşamış bir insan… Bizim örneğimiz, nümûnemiz, nümûne-i imtisâlimiz Peygamber Efendimiz… Bizim kitabımız Kur’an-ı Kerim… Bizim dinimizin hükümleri Kur’an-ı Kerim’den, hadis-i şeriflerden çıkıyor. Birisinin şöyle böyle yapması, şöyle böyle demesi, bize dinî bakımdan delil olmaz. İçen günahkâr olur, bize örnek olamaz. O içmiş, ben de içeceğim diyemeyiz.

Bunun fıkıhta kaidesi nedir: “Batıl makîsün aleyh olamaz!” Yâni, “Kötü, aslı yanlış, batıl olan bir şey esas alınarak, örnek alınarak ona uygun olarak iş yapılamaz!” demek… Bâtıl makîsün aleh olamaz, hak makîsün aleyh olur. Peygamber Efendimiz şöyle yapmış, o halde ben böyle yapayım diyebilirsin. Ama Ebûcehil şöyle yapmış, ben de öyle yapayım diyemezsin; çünkü Ebûcehil bâtıl yoldadır.

Bâtıla uyulamaz, bâtıl örnek alınamaz, esas alınamaz. Bu aklın ve hukukun ve şeriatın kanunudur.

Onun için, tasavvufu bilmeyenler ya tasavvufu bilmediklerinden aleyhinde konuşuyorlar; ya da etrafında gördükleri kötü insanlardan ibaret sanıyorlar tasavvufu, ondan saldırıyorlar.

Biz de onlara düşmanız. Biz de aynı şekilde düşünüyoruz. Çünkü, esas olan Allah’ın rızasını kazanmaktır, Kur’an-ı Kerim yolunda yürümektir, Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine sımsıkı sarılmaktır. Bizim yolumuz budur.

Biz de, birisi şeriata aykırı hareket ederse, hemen kaşımızı çatarız. Falanca adam varmış, kadınlarla erkekleri bir arada oturtuyormuş. Kadınlara elini öptürtüyormuş, ziyan etmez diyormuş… “Hadi ordan, palavracı sen de…” deriz, hemen kızarız.

Falanca adam çok iyi adammış da, cumaya gitmezmiş… “Hadi ordan, cumaya gidilmez mi?.. Allah-u Teâlâ Hazretleri:

(İzâ nûdiye lis salâti min yevmil cumuati fes’av ilâ zikrillâh) buyuruyor. Allah’ın sözünü dinlemiyor; kaşımızı çatarız, derhal tavrımızı alırız. Falanca adam yediği şeyin haramlığına helâlliğine dikkat etmiyor. Haramı yiyor, haramı içiyor, haramdan kazanıyor… Hemen kaşımızı çatarız. Bu adamın başında kavuğu var, sırtında cübbesi var, elinde asâsı var diye onu hoş görmeyiz.

Neden?.. Kıyafet mühim değildir; amel mühimdir. Amelleri şeriate aykırı diye tavır koyarız. O halde, aslında onlarla ihtilâf halinde değiliz.

Nitekim meselâ, İbn-i Teymiye diye bir kimse vardır, hep tasavvufun karşısında bir kimse olarak gösterilir. Halbuki kendisi mutasavvıftır, kendisi tasavvuf erbabıdır. İbn-i Teymiye’de Tasavvuf diye Türkçe’ye de kitaplar çevrilmiştir. O bizim anladığımız mânâdaki tasavvufa karşı değil, bizim karşı olduğumuz tasavvufa karşı…

Onun için, Ebül Hasen-i Nedvî sellemehullah, Allah ömür versin, iyi bir alim; “Bu tasavvuf kelimesi hak yolda gidenlerin de, batıl yolda gidenlerin kullandığı bir isim oldu. Keşke buna bir başka isim versek de, karışıklık olmasa şu sebepten dolayı…” diyor. “Başka bir isim verelim!” diyor.

Tamam, olur, verelim: “İhsân yolu, takvâ yolu” diyelim. Takvâyı anlattık, ihsan yolu ne demek?.. Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyurmuş ki:

“–Allah’a onu görüyormuşçasına samîmî ibadet et! Sanki karşındaymış, sanki sen Allah’ı görüyormuşsun gibi, öyle candan, öyle samîmî, öyle içten, öyle duygulu ibadet et!” Neden?.. “Çünkü her ne kadar sen onu görmesen bile, o seni görüyor.”

Bir görme işlemi var, o seni görüyor. Her yerde hàzır ve nâzır… O seni görüyor, içini dışını biliyor. Sen de onu görüyormuş gibi ibadet et!.. İşte tasavvuf, Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmektir.

Başka bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “İmanın en yüksek derecesi, Allah’ı görüyormuş gibi ona inanmak ve ona ibadeti öyle yapmaktır. O halde mahkemeye müracaat edip isim değişikliği yapalım!..

Bizim yolumuz ihsân yolu… Yâni, Allah’ın bizi gördüğünü bilerek, biz de sanki Allah’ı görüyormuşuz gibi, ona hâlis muhlis ibadet etmek yolu diyebiliriz.

Peygamber Efendimiz hadis-i şerifinde buyuruyor ki: “Bir insan bir günahı, iman içinde iken işlemez!”

–E ne olur?..

İman o anda ondan ayrılır, öyle işler. Katil öldürme işlemini mü’minken yapmaz. Sarhoş, şarap içme fiilini mü’minken yapmaz. İman çıkar, aklı durur, gözü perdelenir, gönlü kararır, öyle yapar. Hırsız hırsızlığını mü’minken yapmaz, yapamaz! Mü’min olan insan yapamaz!..

İmanı çıkıp gidiyor, gözü kararıyor, düşünemiyor. “Düşünemedim, aklım ermedi, kendime hakim olamadım… Bilmem ne…” diye ondan sonra hakimin karşısında mâzeret…

Demek ki, bizim yolumuz, Peygamber Efendimiz’in zamanında, Kur’an-ı Kerim’de, hadis-i şeriflerde, sahabe-i kirâmın bildiği isimle bizim yolumuz ihsân yoludur. Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etme yoludur. Bizim yolumuz takvâ yoludur. Kur’an-ı Kerim’de kaç yerde takvâ kelimesi geçiyor. Saymadım ama, yüzün üstünde yerde geçiyor takvâ kelimesi…

Bizim yolumuz takvâ yoludur. Biz takvâ ehli müslüman olacağız. Her işimizi Kur’an’a uygun yapacağız. Bizim yolumuz Kur’an-ı Kerim yoludur. Bizim yolumuz, Peygamber SAS Efendimiz’in ahlâkına ahlâkımızı uydurma yoludur. Rasûlüllah’ın ahlâkıyla ahlâklanma yoludur. Rasûlüllah Efendimiz’in ahlâkı neyse, onunla ahlâklanmak, o ahlâka sahib olmak, öyle yaşamak yoludur.

Bizim yolumuzun adları çıktı ortaya.. Hani Peygamber Efendimiz’in nice isimleri var… Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin nice esmâ-ü hüsnâsı var… Bizim yolumuzun da çeşitli adları var: “Tasavvuf yoludur, takvâ yoludur, ihsân yoludur, Kur’an yoludur, Rasûlüllah’ın ahlâkıyla ahlâklanma yoludur, cennet yoludur.” diyebiliriz.

Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi, dinimizin hakîkatlerini öğrenen ve hayatında o bildiklerini uygulayarak, ilmiyle âmil olarak takvâ üzere yaşayan, ömrünü bereketli, hayırlı, sevaplı geçiren, huzur-u Rabbil İzzet’e sevdiği razı olduğu kul olarak; güzel, alnı açık, eli ibadetlerle dolu, kalbi pırıl pırıl varan kullarından eylesin…

Onun için, buyurun beraberce bir güzel tevbe edelim:

13. 6. 1996 – Özelif / ANKARA


Simav Ulucamii Mihrabındaki Ayyıldız Kabartmalar Nerede

Mayıs 12, 2009

gurirmak1Bir süredir Vakıflar Genel Müdürlüğünce onarımı ihale edilerek tamir gören 3 tarihi taş camimiz belkide ilk defa aslına uygun bir şekilde onarım görüyorlar.

Bir süredir Vakıflar Genel Müdürlüğünce onarımı ihale edilerek tamir gören 3 tarihi taş camimiz belkide ilk defa aslına uygun bir şekilde onarım görüyorlar. Simav-Merkezdeki bu camilerimiz SİMAV BABİK BEY (ULU) CAMİİ -Yapımı 1425 yılından önce, ÜZÜM PAZARI CAMİİ-yapımı 1670 ve ŞEYH BEDRETTİN CAMİİ-yapımı 1829 yılı (Onarım yılı olabilir)….İşte bu camilerimizin aslına uygun tamiri için karar verenlerden, vesile olanlardan Allah razı olsun…

Müftülüğümüzün tam karşısında olan Üzüm Pazarı camii Türkiye’de KABE ölçülerinde ender yapılan kare planlı camilerimizdendir…Evliya Çelebinin 1671 yılındaki seyahatnamsindeki kayıta göre 1670 yılı yapımıdır…1966 senesinde son cemaat bölümü eklenmiş ve üzerinede UYDURUKTAN TEMELSİZ BİR MİNARE konulmuştur…Geçen yıl onarımı bitirilen bu camimizin 1966 yılında yapılan ve estetiği olmayan eklerinden kurtarılarak ilk yapıldığı 1670 yılı mimarisine tekrar kavuştulmuştur…Hisartepe eteğindeki Şeyh Bedrettin Camiininde onarımı bitirildi.Ahşaptan olan bu camimizin tabelasında yapımı yılı 1829 yılı yazılıysada büyük bir ihtimalle ONARIM YILI tarihi olmalıdır…Ünlü Şeyh Bedrettin 1358-1420 Tarihlerinde yaşamıştır…Bu camiide o yıllara kadar yapım yılı götürülebilir.Ancak onarımlarla ilk özelliklerini kaybettiği ortadadır.

Gelelim bütün SİMAV İLÇESİ’nin en eski en kıdemli camiisi ULU CAMİMİZE,,,Camimiz ilk Simav’ın yerleşim yerlerinden Harmancık=(CUMA) Mahallesinde görkemli bir mevkide inşa edilidir. 1966 yılında basılan İŞTE SİMAV kitabının 38’inci sayfasında Namık bey cami sahibi Süleyman Çavuş’tur. Yapımı 1542 yılına rastlamaktadır..Bolvadin Yörükleri tarafından yapıldığı söylenmektedir.Çevresi Fundalık olduğundan yaşlı Simavlılar FINDIKLI CAMİİ’de demektedir. Geniş bahçesinde bulunan havuz 1933’te yapılmıştır.Caminin vakfı iken yanındaki hamam 1947 senesinde BELEDİYE tarafından alınmıştır kaydı yazılıdır…Son bilgilerime göre bu metne ek yapayım…Kapısındaki kitabesinde 1551 yılında yapılmıştır yazılıdır.Sahibi denilen Süleyman Çavuş yaptıran değil, o tarihte onarandır. Süleyman Çavuş’un komşu Şaphane Koca Seyfullah Camiisini yaptıran Koca Seyfullah gibi ünlü MİMAR SİNAN’ın kalfalarından olduğunu sanıyorum…

Değerli okuyucularım ve hemşehrilerim ULU Camimiz ve Külliyesi (Kampüsü) olan HAN’ı ve HAMAM’ı ile ilgili başlı başına bir kitap yazılabilir. Camiinin HAN’ı geçen yüzyılda ortadan kalktığı bilgisine sahibiz.ARSASINDA bugün 1966 yılında yapılan FATİH İLKÖĞRETİM OKULU binası yer alıyor…Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde BABUK BEY HAMAMI olarak geçen yapı ise (2007 YILINDA) geçtiğimiz aylarda SONSUZLUĞA GÖNDERİLMEK ÜZERE yıktırılmıştır. Elbette bu hamamımız ilk yapıldığı özelliklerinde değildi.. Ama Beylikler dönemi mimarisinde idi…İçinde çok yıkandım…hatıralarımız var…kapısındaki tabelada ilk tamiri 1948 ikinci tamiri 1991 YILI yazılıydı..Bu hamamı 27.Nisan.1989 Tarihinde gezen, fotoğraflayan üniversite hocası Ali Osman Uysal’ın 2006 yılında basılan GERMİYANOĞULLARI BEYLİĞİNİN MİMARİ ESELERİ isimli kitabında plan grafikleriyle birlikte anlatımı var…Ben birşey yazmıyorum. Siyasetçilerimiz daha iyi bilir ve yaparlar…Bir ÖZ SİMAVLI olarak bu hocamıza bu eserinden ötürü teşekkür ediyorum…Bu gün 18.Mart Üniversitesinde öğretim görevlisi olan A.Osman UYSAL hocamızın bu adını yazdığım eserinde SİMAV ULU CAMİSİNİN tarihlemesini yani yapım yılının 1425’ten önce yapılmış olabileceğini kayıt düşmüş…Kapı kitabesindeki 1551 yılının onarım yılı olarak belirtmiş…Sonra caminin 1953 yılında esaslı bir onarımdan geçtiğini belirtmiş…Sonra Evliya Çelebinin gördüğü minarenin şimdiki minare olmadığını depremlerle yılılıp takrarı olabileceğini dikkat çekerek kuzey ön cephesindeki duvardaki kavisli 5 bölüm çizgisinin 5 kubbeli son cemaat yeri olması gerektiğini yazmış…sonra…BU SİMAV ULU CAMİSİ ki bence 1350 ile 1400 Yılları arasında yapılmış olabilir.Çünkü Vakıf kayıtlarında yaptıranı BABİK=BABUK bey bu senelerde yaşadığı biliniyor..Neyse camimizin çok önemli bir özelliğini A.Osman Uysal hocamızın kitabında yazdığına göre 1447 yılı yapımlı EDİRNE ÜÇ ŞEREFELİ CAMİİ ile 1489 Yılı yapımlı MANİSA HATUNİYE CAMİİ planlarına benzemekte belkide ÖRNEK olmuştur demiş…

Değerli hocamız 1989 nisan ayında gezdiği Simav ulu camimizin MİHRABI’nı (hocanın namaz kıldığı yer) şöyle görüp yazmış; “Basit bir nişten ibaret olan Mihrap,üçtarafından yeşil boya ile meydana getirilmiş geniş bir bordürle kuşatılmıştır.Nişin üstündeki kızılkahverengi kartuşun yüzeyine ‘ KUL VE CEHELE ŞATIRÜ’L- MESCİD’İL MİHRAB’ bunun yukarısında, yeşil renkli boya üzerinde beyaz yaprak desenleriyle meydana getirilmiş çerçevenin içinde ise ‘BİSMİLLARAHİRAHMANİRAHİM’ yazılmıştır. Kenar köşelerinde AY YILDIZ ,20.yüzyıl başlarında eklektik uslübunda çok sevilen ve her türlü yapıda sıkça kullanılan bir motiftir.Aynı motif kütüphane binasında (1903 yılı) kapının kemer konsullarında karşımıza çıkmaktadır ” demiş…
Sayın okuyucularım yukarıdaki MİHRAB tarifine bu camimizde Cuma namazları kılarken defalarca bakmışımdır…Bence AY YILDIZ motifleri 100 yıldır değil sanki caminin ilk yapıldığı yıllardan gibidir…Bu Ay yıldızlar mihrabın sağı ve solunda hafif kabartma halinde yapılıydı…Bu ay yıldızlar yani bayrağımızdaki gibi beni çok etkilemiştir. Hatta son gördüğümde yıldızlardan birinin bir ucu-köşesi kopuktu…Evet sanıyorum 5 yada 6 sene önce BU MİHRAP VE AY YILDILARIN üzeri KÜTAHYA ÇİNİLERİYLE KOMPLE KAPATILMIŞTIR….Son yıllarda camilerimize hazır KÜTAHYA çini hazır mihrapları yapılmaktada camilerin ilk yapılan mihrapları yok edilip ortadan kaldırılmaktadır…Peki Kütahya çinileri sanatsalmıdır heyhat hepsi de fabrikasyon ucuz işçilik olup sanatsal değerleri yoktur…Hem biz SİMAVLILAR kütahyalılar gibi ÇİNİCİ değiliz….ÇİNİ onların olsun….BİZ HALICIYIZ….16.YÜZYIL OSMANLI SARAY HALILARI SİMAV’da dokunuyordu…Kütahya merkezde değil….Mihraplarımıza Simav halısının örnekleri çizilmeli kendi ilçemizin kültürünü yansıtmalıyız derim…

* AY YILDIZ SİMGESİ, TEK TANRI’YA İŞARET*
Bayrağımız bu günkü son şekli 29.Mayı.1936 tarih ve 2994 sayılı Türk Bayrağı kanunu ile belirlenmiş.Bu şekille ilgili en eski belge 27.Haziran.1793 tarihlidir. Ama bu ay ve yıldız (ya da yıldıza benzer Güneş şekli) 6.asırda Orta Asya’da kurulan GÖKTÜRK devletinden beri Türklerce kullanıldığı söyleniyor… ‘B Harfinin on bin yıllık hikayesi’ kitabının yazarı Doğan Erçetin’in araştırmalarına göre ‘TÜRKLER hep tek tanrıya inanmışlar. Eski Türk çağlarının OM tamgası, Arapça “NUN” harfininde kaynağımış. Bu om ve nun harfi çizimleri TÜRK BAYRAĞINDAKİ AY YILDIZ’ında kökeniymiş. Bu yoruma göre Türk Bayrağındaki AY YILDIZ Gök Tanrı’nın TAMGASI=DAMGASI=İŞARETİ olmakta olup “ALLAH” şeklinde okunması gereken bir resim tamgası/Harfidir. Tarih boyunca Türk Milletine “TANRININ ASKERLERİ” denilmesinin kökeninde yatan etkenlerden biriymiş bu damga-harf…..İlginç bir rastlantımıdır nedir…Simav Ulu Camisi Germiyan Beyliği Komutanlarından BABİK=BABUK HAN isimli kişininde adı Orta Asya Moğol TÜRKÇESİ anlamı BA= TANRI, BİK= BEY’İ anlamına denk düşüyor…Camimizi yaptıran BABİK=BABUK isimleri ‘ TANRI’NIN BEY’İ, TANRI’NIN VEKİLİ tercüme edebiliyoruz…Yine bu kitabın 80’inci sayfasında “BA” = EN YÜCE yani Tanrı,Allah anlamlarındaymış…Tabiiki BİG=BUK da BEY anlamlarının o çağda söyleniş halidir…BABİK BEY’in Komşu EMET ilçe merkezinde de ismini taşıyan camisi bulunuyor..Germiyan Beyliği FETİH komutanlarından olan BABUK HAN’ın kabri BU GÜN KAYSERİ’nin Yanıkoğlan Mahallesindeki ZAVİYESİNİN BAHÇESİNDE gömülü olduğunu öğrendik…

ULU CAMİMİZİ onaranlardan ricam şu….nasıl ki Üzümpazarı Camimizin 1966 yılında yapılmış son cemaat bölümünü ve temelsiz uyduruk minaresini yıkıp ilk yapım dönemine getirdiniz…..BU CAMİMİZİNDE İLK HALİ görünümüne kavuşturmanınızı bekleriz….MİHRABTAKİ AY YILDIZLARIMIZI GERİYE KOYUNUZ…ÇÜNKÜ ATALARIMIZIN bize emanetidir…….Üstüne yapılan Kütahya çinilerini söküp ,kazıyınız….KABARTMA AY YILDIZLARIMIZI kazımışlarsa yukarıda fotoğraflarını takdim ediyorum…Lütfen benzerini yapınız……TÜRK BAYRAĞININ AY YILDIZI CAMİMİZİN MİHRABINDAN SİLİNEMEZ… SİLİNMEMELİ…

“BİLMEYENLER NE BİLSİN BİZİ, BİLENLERE SELAM OLSUN” -yunus emre-

SAYGI VE SELAMLARIMLA…..23-MAYIS-2008-İZMİR


Orta Doğu | Ayna TvRip Belgesel

Nisan 26, 2009

Orta Doğu | Ayna TvRip Belgesel

Orta Doğu | Ayna TvRip Belgesel
Ayna’nın Orta Doğu’da yaptığı programlar: Suriye, Kudüs, Kuzey Irak, Umman

Kuzey Irak

İki  saatlik bir uçak yolculuğunun ardından Erbil şehrine varıyoruz..Kuzey Irak bugünlerde sanılanın aksine güvenli bir bölge. Bombalamalar, suikastlar yok denecek kadar az. Üretim neredeyse hiç yok Kuzey Irak’ta. Pazarlar Türk mallarıyla dolu. Türk televizyon kanalları en çok seyredilen kanallar arasında. Erbil şehrindeyiz. Bir buçuk milyonluk nüfusa sahip Erbil,  Kürt ve Türkmenlerin yoğun olarak yaşadığı bir şehir.

Ülkede sık sık elektrik kesintisi olduğu için bol miktarda ütücüye rastlıyoruz. Jeneratörleri olan ütücüler elektiriği olmayan halka hizmet veriyor.

Erbil sokaklarında en sık rastlayabileceğiniz bir başka şey de tezgahlarında deste deste parayla seyyar döviz bürosu hizmeti veren insanlar. Binlerce dolar para caddenin ortasındaki tezgahlarda duruyor. Ne el süren var, ne de kapkaç yapan.

Birçok Arap ülkesinde gördüğümüz meyve suyu dükkanları yine bütün cazibesiyle burada da yerini almış.

Erbil’de sokaklar, caddeler araba kaynıyor ama benzin istasyonları bomboş. Bu şehirde devletin resmi araçlarına benzin veren istasyonların dışındaki tüm istasyonlar kapalı. Petrol ülkesi Irak’ta benzin karaborsada. 2003’te yaşanan savaş sonrası rafineriler çalışamaz hale gelince, dünya petrollerinin % 17’sini çıkaran Irak petrole muhtaç hale gelmiş.  Benzin halka karneyle veriliyor. Karaborsadan benzin almaya güç yetiremeyenler devletin araç başına 10 gün için verdiği 30 litre benzinler yetinmek zorundalar. Bu kadar benzini az bulanlar ise karaborsada benzine yaklaşık olarak 6 kat fazla fiyat ödemek zorundalar. 10 gün 30 litre benzin kimseye yetmiyor olacak ki yol kenarları karaborsa benzin satanlarla dolu. İran’dan eşeklerle, katırlarla benzin getirtiliyormuş, ülkeye. Hatta Türkiye’den bile benzin geliyormuş bir dönem.

Ayna olarak Osmanlı döneminde de kullanılan Erbil kalesine gidiyoruz.  Sur içinde hayat sanki tarihte olduğu gibi akıp gidiyor, burada adeta başka bir zamanı yaşıyor insanlar. Daracık sokaklar, eski evler sokak aralarında koşuşturan çocuklar…

Orta Doğu | Ayna TvRip Belgesel

Orta Doğu | Ayna TvRip Belgesel

Kudüs

Kuzey Irak 1
Kuzey Irak 2

Umman 1
Umman 2
Umman 3


Senin Örgütün Bir Melekti Yavrum

Nisan 20, 2009

Bir kutsama, ulvileştirme, yüceltme yarışıdır aldı başını gidiyor Holding Medyası’nda… Yıllar önce yazmıştım aslında; meselenin özü AK Parti değil, örtü filan değil… Bakmayın siz ‘türban ayrı, başörtüsü ayrı’ cambazlığına… Andıç yazarlarının hemen hepsi bu palavraya sıkı sıkıya sarılırlar; çünkü başka türlü kıvırma zeminleri kalmamıştır. Onlara göre ‘Türban, Anadolu kadınlarının örtüsü gibi değil.’ Dersiniz ki, bu kızlar uzaydan ışınlanmış, Anadolulu anne-babaları hiç yok!

Aslında bu dalavereyi yıkmak çok basit. ‘Eh madem türban tehlikeli, Anadolu başörtüsü değil, bırakınız kızlar Anadolu başörtüsü ile girsin okullarına’ derseniz ‘kem küm’ başlar. Üstelik daha fena açıkları var, hadi kızını ‘tehlikeli uzay türbanlısı’ diye okula almadınız annelerini niye sokmuyorsunuz, mezuniyet, yemin törenlerine?

Kimse kimseyi kandırmasın sevgili holding medyasındaki silah arkadaşlarımız, kimse kimseye dubara yapmasın. Birbirimizi tanıyoruz biz. 28 Şubat’ta olduğu gibi, Cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi, kapatma tiyatrosunda olduğu gibi. Meselenin daha köklü, daha derinlerde olduğunu biliyoruz artık.

Daha birkaç gün evvel, kendinden başka kaale alanı olmadığı halde kendini acayip önemseyen bir arızalı amcanız yazmıştı ya; bu imam hatipliler teröristtir, tehlikelidir. Cumhurbaşkanlığı seçiminde de aklı sıra Ermeniliği tehlikeli bir şey gibi gösterdiğinin farkında bile olmayarak, ‘Bunlardan biri olmasın, isterse Ermeni olsun’ diye yazmamış mıydı? Bakış açısı bu, hiç öyle “melekler-şeytanlar” cinliğine kalkışmayınız.

Enteresan olan ise şu:

Bu davanın üzerine artık birkaç köşe yazısı, ‘al gülüm ver gülüm’ türü röportajlar, haberler ile kapatabileceklerine hâlâ inanıyor olmaları çok şaşırtıcı. Onca cephanelikler, suikast planları, kemikler, kuyular, paralar, yasa dışı yapılanmalar, evler, karargâhlar, burslar, ödüller, vaatlerin üzeri 9 sütuna manşet meleklik romantizmi ile kapanmaz artık. Dün ‘Av tüfeğiyle darbe’ manşetiyle maymunluk yapanların bugün Rahibe Teresa’cılık oynamasına sadece tebessüm edilir. Açıp bakın iddianameyi. Okuyun hele bir. Sahte şahit tutmaktan, falanca mahkemeye aracı yollamaktan, ‘aman gözünü seveyim bu delili yok et, yoksa bittik… Hatta evimi sana veririm ne olur aman yap’ diye muhabbet çevirenlerden onlar haberdar değil mi sanki?

Bal gibi biliyorlar… Ama hâlâ onlara göre, bu dava siyasî ve inandırıcılığını yitirmiş!

Alçakça cinayetler sonrasında mütedeyyin kesimi hedef yerine oturtup atışı serbest yapan, ‘Türkiye’nin 11 Eylül’ü’ diyerek toplumdaki inançlı kesimi hedef gösterenlerin davanın sulandırılmasından başka yolları kalmadı çünkü. Ortaya çıkan kemikler, cephanelikler, yazışmalar, konuşmalar onları da bu işin içine sokuyor zira. Katkı vermemiş olsalar bile katkı verenleri pekâla biliyorlar, muvazzaf olanları sigortalı olarak çalıştırıyorlar, bilerek veya bilmeyerek yeri geldiğinde kendilerini kullandırtıyorlar.

‘Laik mürebbiye’ rolünü pek sevdiler. Bugün ikide bir ‘Türkan anne’ yazılarıyla milletin rikkatini, şefkatini hedef alıp, romantik romantik sıyırmaya kalkışanlar, 1999’da işleri güçleri eğitim ve bu milletin çocuklarının okuması, uluslararası düzeyde bir yerlere gelmesinden başka bir şey olmayan kitle için Ergenekoncuların karanlık mahzenlerde kurguladığı oyunları sahnelemekten geri durmayanlardı.

Halep oradaysa arşivler de burada sevgili Holding Medyası sakinleri… Açar açar yüzünüze vurulur yazdıklarınız, infazlarınız, insafsızlıklarınız.

Hiç kimse kusura bakmasın, millet işin farkında ve çekilen sifonun sonuna kadar pisliği götürmesini istiyor. Kim karanlık işlere bulaşmışsa, kim bu milleti ahmak yerine koyup kaderiyle oynamaya kalkışmışsa, kim Ergenekon izbelerinde, karanlık odaların folyolu duvarları arkasında entrika çevirmişse ortaya çıkarılmasını istiyor.

“Senin örgütün bir melekti yavrum” romantizmini kimse yutmaz, yutmayacaktır.


Senin Örgütün Bir Melekti Yavrum

Nisan 20, 2009

Bir kutsama, ulvileştirme, yüceltme yarışıdır aldı başını gidiyor Holding Medyası’nda… Yıllar önce yazmıştım aslında; meselenin özü AK Parti değil, örtü filan değil… Bakmayın siz ‘türban ayrı, başörtüsü ayrı’ cambazlığına… Andıç yazarlarının hemen hepsi bu palavraya sıkı sıkıya sarılırlar; çünkü başka türlü kıvırma zeminleri kalmamıştır. Onlara göre ‘Türban, Anadolu kadınlarının örtüsü gibi değil.’ Dersiniz ki, bu kızlar uzaydan ışınlanmış, Anadolulu anne-babaları hiç yok!

Aslında bu dalavereyi yıkmak çok basit. ‘Eh madem türban tehlikeli, Anadolu başörtüsü değil, bırakınız kızlar Anadolu başörtüsü ile girsin okullarına’ derseniz ‘kem küm’ başlar. Üstelik daha fena açıkları var, hadi kızını ‘tehlikeli uzay türbanlısı’ diye okula almadınız annelerini niye sokmuyorsunuz, mezuniyet, yemin törenlerine?

Kimse kimseyi kandırmasın sevgili holding medyasındaki silah arkadaşlarımız, kimse kimseye dubara yapmasın. Birbirimizi tanıyoruz biz. 28 Şubat’ta olduğu gibi, Cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi, kapatma tiyatrosunda olduğu gibi. Meselenin daha köklü, daha derinlerde olduğunu biliyoruz artık.

Daha birkaç gün evvel, kendinden başka kaale alanı olmadığı halde kendini acayip önemseyen bir arızalı amcanız yazmıştı ya; bu imam hatipliler teröristtir, tehlikelidir. Cumhurbaşkanlığı seçiminde de aklı sıra Ermeniliği tehlikeli bir şey gibi gösterdiğinin farkında bile olmayarak, ‘Bunlardan biri olmasın, isterse Ermeni olsun’ diye yazmamış mıydı? Bakış açısı bu, hiç öyle “melekler-şeytanlar” cinliğine kalkışmayınız.

Enteresan olan ise şu:

Bu davanın üzerine artık birkaç köşe yazısı, ‘al gülüm ver gülüm’ türü röportajlar, haberler ile kapatabileceklerine hâlâ inanıyor olmaları çok şaşırtıcı. Onca cephanelikler, suikast planları, kemikler, kuyular, paralar, yasa dışı yapılanmalar, evler, karargâhlar, burslar, ödüller, vaatlerin üzeri 9 sütuna manşet meleklik romantizmi ile kapanmaz artık. Dün ‘Av tüfeğiyle darbe’ manşetiyle maymunluk yapanların bugün Rahibe Teresa’cılık oynamasına sadece tebessüm edilir. Açıp bakın iddianameyi. Okuyun hele bir. Sahte şahit tutmaktan, falanca mahkemeye aracı yollamaktan, ‘aman gözünü seveyim bu delili yok et, yoksa bittik… Hatta evimi sana veririm ne olur aman yap’ diye muhabbet çevirenlerden onlar haberdar değil mi sanki?

Bal gibi biliyorlar… Ama hâlâ onlara göre, bu dava siyasî ve inandırıcılığını yitirmiş!

Alçakça cinayetler sonrasında mütedeyyin kesimi hedef yerine oturtup atışı serbest yapan, ‘Türkiye’nin 11 Eylül’ü’ diyerek toplumdaki inançlı kesimi hedef gösterenlerin davanın sulandırılmasından başka yolları kalmadı çünkü. Ortaya çıkan kemikler, cephanelikler, yazışmalar, konuşmalar onları da bu işin içine sokuyor zira. Katkı vermemiş olsalar bile katkı verenleri pekâla biliyorlar, muvazzaf olanları sigortalı olarak çalıştırıyorlar, bilerek veya bilmeyerek yeri geldiğinde kendilerini kullandırtıyorlar.

‘Laik mürebbiye’ rolünü pek sevdiler. Bugün ikide bir ‘Türkan anne’ yazılarıyla milletin rikkatini, şefkatini hedef alıp, romantik romantik sıyırmaya kalkışanlar, 1999’da işleri güçleri eğitim ve bu milletin çocuklarının okuması, uluslararası düzeyde bir yerlere gelmesinden başka bir şey olmayan kitle için Ergenekoncuların karanlık mahzenlerde kurguladığı oyunları sahnelemekten geri durmayanlardı.

Halep oradaysa arşivler de burada sevgili Holding Medyası sakinleri… Açar açar yüzünüze vurulur yazdıklarınız, infazlarınız, insafsızlıklarınız.

Hiç kimse kusura bakmasın, millet işin farkında ve çekilen sifonun sonuna kadar pisliği götürmesini istiyor. Kim karanlık işlere bulaşmışsa, kim bu milleti ahmak yerine koyup kaderiyle oynamaya kalkışmışsa, kim Ergenekon izbelerinde, karanlık odaların folyolu duvarları arkasında entrika çevirmişse ortaya çıkarılmasını istiyor.

“Senin örgütün bir melekti yavrum” romantizmini kimse yutmaz, yutmayacaktır.


Nur'un Büyük Kumandanı: Zübeyr Gündüzalp

Nisan 16, 2009

Bir kısım büyük zâtlar var kir onlar hayatta iken meşhur olmamıştır, daima kendini gizlemiş ve saklamıştı.
Bir futbolcu gibi, bir boksör veya güreşçi gibi büyük kitleler tarafından tanınmamıştır.
Büyük kitlelere hitap etmemiştir bunlar yer altına düşen çekirdek gibi,
ölümden sonra çiçek açar, yapraklanır, koku ve meyve vermeye başlarlar.
Onların, bu bilinmez zâtların hayatı ölümlerinden sonra başlar.

İşte Zübeyir Gündüzalp da bunlardan birisidir.
Gerçek önderler, hakikî rehberler ve yol göstericiler de bunlardır zaten…

Yazının devamını oku »


"Size Güvenerek Çıkmadım. Allah’ın İzniyle İneriz!"

Nisan 16, 2009

Yazıcıoğlu’nun vefatının ardından, çekim için çıktığı dağda, ‘sivil olduğu’ gerekçesiyle komutan tarafından askeri helikoptere alınmayıp orada bırakılan CİHAN muhabiri, Haber 7’ye konuştu.

Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun da içinde bulunduğu helikopter kazası sonrasında, çekim amacıyla gittiği kaza bölgesinde, donma tehlikesine rağmen, ‘sivil olduğu’ gerekçesiyle bir komutan tarafından askeri helikoptere binmesi engellenerek dağ başında bırakılan Cihan Haber Ajansı muhabiri Lütfi Aykurt, yaşadıklarını Haber 7’ye anlattı.

Yazının devamını oku »


Sonunda Açıklandı! İşte 1 Numara

Nisan 11, 2009

Samanyolu Haber öyle bir numara yaptı ki tam manasıyla habercilikte yeni bir çığır açtı. 1 taşla iki kuş dedirtecek cinsten olan haberi okuyanlar hem şaşırdı hem de düşünmeden edemedi! Haberin başlığı söylenemeyenleri söylese de yorumlar da en az onun kadar cesurdu. Önce haberi verelim. Sonra sıra yorumlara gelecek.

Liste belli oldu: İşte 1 numara

rahmi koç 1 numaraİş adamı Rahmi Koç, Ankara’dan sonra Türkiye’nin de gelir vergisi rekortmeni oldu.

Alınan bilgiye göre, Koç Holding Şeref Başkanı Rahmi Koç, 27 Mart’ta sona eren gelir vergisi genel beyan döneminde 2008 yılı için 51 milyon 484 bin 113,3 lira gelir bildiriminde bulundu. Temettü şeklindeki menkul sermaye iratlarından oluşan bu gelir için Koç’a 18 milyon 14 bin 87,6 lira gelir vergisi tahakkuk ettirildi.

Söz konusu vergiyle başkentin vergi rekortmenleri listesinin başında yer alan Rahmi Koç, diğer illerdeki gelir beyanları ve vergi tahakkukları sonrasında Türkiye’nin de en fazla gelir vergisi ödeyecek ismi oldu.

Haberi okuyanların yorumları ise hiç de “vergi rekortmenliğiyle”  ilgili değildi….

O her türlü 1 numra
O her türlü 1 numra, bilen biliyor.

BÜYÜK RESiM!
RAHMi KOC´UN ERGENEKON´UN BiR NUMARASI OLDUGUNU BiLMEK iCiN MÜNECCiM OLMAYA GEREK WAR MI ACABA DiYE DÜSÜNMEDEN EDEMiYORUM?! BENCE,TÜRKiYE´DE VERGi REKORTMENi OLMASI,ARTIK iS KENDiSiNEDE DAYANACAK OLMASINDANDIR KANAATiMCE!GÖZ BOYANIYOR VERGi REKORTMENLiGi iLE..VERGi REKORTMENi ADAMDA,1 NUMARAMI OLURMUS DEDiRTECEKLER ZAMANI GELiNCE!NE YAPARLARSA YAPSINLAR,GERCEKLER ER YA DA GEC ORTAYA CIKACAK MUTLAKA.PERDELER KALKACAK VE BÜYÜK RESMiN TAMAMI MUTLAKA GÖRÜNECEK!RAHMi KOC ACABA NiCiN NAZANDE iLE DÜNYA TURUNA CIKTI DiYE HEP MERAK ETMiSiMDiR?BU TUR SADECE GEZi AMACLIMIYDI ACABA,YOKSA ASIL AMAC BASKAMIYDI DiYE DÜSÜNÜRÜM HEP NEDENSE?AK PARTiYE KAPATMA DAVASI ACILMADAN COK KISA SÜRE ÖNCE,RAHMi KOC DICK CHENEY iLE iSTANBUL´DA GÖRÜSTÜMÜ ACABA?GÖRÜSTÜYSE NE GÖRÜSTÜ MESELA?RAHMi KOC´UN EMEKLi PASALARA OLAN ASKI NERDEN KAYNAKLANIYOR DiYE DE DÜSÜNÜRÜM HEP?HANGi EMEKLi PASALARLA NE GiBi iLi$KiLERi VAR ACABA?ERGENEKON SANIKLARINDAN iLHAN SELCUK iLE KANKA OLDUGU BiLiNEN RAHMi KOC´UN,BU KANKALIK DÜZEYi NEDiR?ERTUGRUL ÖZKÖK´ÜN MSN GÖRÜSMESiNDE 1 NUMARADAN SÖZ ETMESi VE $ATO´YA GiDECEGiNi SÖYLEMESiNDE GECEN “$ATO” RAHMi KOC´UN “$ATO” SU OLMASIN?DEDiM YA GERCEKLER ER YA DA GEC ORTAYA CIKMAYA MAHKUMDUR!BÜYÜK RESMiN TAMAMINI GÖRMEYi SABIRSIZLIKLA BEKLiYORUM..

buldular yaşasın
ya arkadaşlar aranan 1 numara bu olmasın

ETÖ de de bir numara rahmi koç
her ikisindede etö de ve vergide bir numara rahmi koç samanyolu tv deki tek türkiye dizisinde bir numaranın elindeki yüzüğe bakın kim olduğu daha iyi belli oluyor.yüzükte koç simgesi var oda rahmi koç u temsil ediyor.

meğer başka bir numaraymış
Biz de sandık ki; ergenekon’un bir numarası iddianameye girdi. Bu başka numaraymış, yine acaba sayın koç’un da ergenekon ile ilişkisi var mı diye aklıma gelmedi değil.

Allah ne deyim size
tam etö nün bir numarası olarak karşıma çıkacak olan bu habere ne kadar da çok sevinmiştim.Ne yazıkki vergi rekortmeniymiş :((
Ama!aynı zaman da KOÇ, ETÖ de 1 numara…Buraya yazıyorum…

bir taşla iki kuş vurmak buna denır
ikisi bir haber olmuş samanyoluna başarılar dilerim

etö
Bende ergnoknun bir numarası sandım…

100 yıllık ülke içi sömürü macerası
sermayenin misyonu ülkeyi kalkındırmaktır.koçların misyonu ise ülke geri kalsın,biz sömürmeye devam edelim.cumhuriyet kurulurken,yapılacak meclis binasına kiremit işi vehbi koç a veriliyor.o da parayla bir adam tutup,yüksek bir binanın tepesinden kiremit getirene tanesi 20 para diye ilan ediyor.kiremitleri devlete 40 paraya satıyor. karlı iş.7-8 sene önce de karımızın %88 i faizden demişti.sanayici değil tefeci sankisi.yerli gibi görünen bu sermaye ,bu ülkeye enbüyük ihaneti yapmıştır.kesin 1 numara canım.


Muhatabın Tanınması ve Anlayış

Mart 26, 2009

a) Muhatabın Tanınması

Tebliğ insanı, muhatabının durumunu yakından takip etmeli ve onun hatalarına karşı anlayışlı davranmalıdır. Mü’mine karşı gösterilecek anlayış, mürüvvet; küfür ve ilhad ehline karşı gösterilecek anlayış ise, basiret, kiyaset ve dirayet şeklinde olmalıdır. O, bunları kullanarak muhatabının gönlüne ve mantığına girerek, anlatmak istediği meseleleri bir taraftan sevdirip, bir taraftan da kabul ettirebilir.

Evet, irşâd ve tebliğde bulunan kimseler, muhataplarının durumlarını çok iyi bilmeli ve onları kaçırıcı, nefret ettirici tutum ve davranışlardan fevkalâde sakınmalıdırlar. Bir kere tebliğcinin sunduğu şeyler hep kudsî mefhumlardır. Allah’ı, Resulü’nü, Kitabı’nı ve âhiret gününü insanlara sevdirmek durumunda olan bir insan, her hâlde vazifesinin ne olduğunu bilmeli ve davranışlarını da ona göre ayarlamalıdır.

Yazının devamını oku »


İman ve Tebliğ Münasebeti

Mart 26, 2009

a) Tebliğ ve Hayat

“Yaşadığını anlatmak, anlattığını da mutlaka yaşamak” bir tebliğ adamının en önemli prensiplerinden biri olmalıdır. Zira tebliğ insanı hakikî mü’min olma yolundadır. Hakikî mü’min ise, iç ve dış bütünlüğüne ermiş insan demektir. Böyle birinin hayatında iç ve dış çatışması söz konusu değildir. İkili (düal) yaşama, düpedüz bir münâfıklık sıfatıdır. Bu mezmum ahlâk ise, gerçek bir tebliğ adamında asla bulunamaz; bulunmamalıdır da. Zira mü’min olmak ona, her zaman ve zeminde ancak ve ancak yaşadıklarını söyleme gibi yüce bir ahlâk ufkunu, göstermektedir.

Ayrıca tebliğ adamı, yaşanmayan sözlerin, nasihatlerin, ma’şerî vicdanda herhangi bir müspet tesir icrâ etmeyeceğini de bilmelidir. Evet, samimî olmayan söz ve davranışlara Allah (c.c) yümün, bereket ve tesir lutfetmez. Bazen, birtakım yarı samimî ya da gayr-i samimî kimselerin hizmetlerinde tesir ve muvaffakiyet görülse de, bu tamamen alternatifsizlikten kaynaklanan bir durumdur ve geçicidir. Bazen böyle bir durumun tahakkuk etmesi, ya o anda daha samimî insanlar mevcut olmadığından veya samimî olanlar henüz bir câzibe merkezi oluşturamadıkları içindir.

Yazının devamını oku »